“Kendimi suçluyorum. Kimseye fırsat
vermeden, ben kendimi suçluyorum.”
Tahminimden de yakışıklı olduğunu kabul ediyorum. Çatık kaşları, çökük yanakları ve sivri çene kemiği benim asla sahip olamayacağım türden bir estetik katıyor yüzüne. Boyu benimki kadar uzun ve gözleri benimkiler kadar güzel. Ama o daha kaslı ve daha sert. Uzun, bütün bedenini örten kahverengili siyahlı bir örtü var üzerinde. Rüzgar esiyor. Onun uzun ve gür saçları sanki beni kör edermiş gibi uçuşuyor. Uçurumun kıyısında Berdüş, ne yapıyor?
Elimle saçımı geriye doğru taradım. Silkeleyince ter, yere/suya döküldü ve tuz oranları farklı iki sıvı sımsıkı öpüştüler. Dibe çöken ben değildim ama Berdüş yirmi metre ötede benden çok daha yüksekte duruyordu. Çökelmeyi duyuyordum
-Bu ülkede suç işleniyor ama yargıç çok yaşlı artık!-
duyuyordum ama hiçbir yön yoktu. Ben vardım, Berdüş vardı, ve aramızda yirmi metre mesafe…
Rüzgar bile yoktu aslında.
Neyi anlattığımı ve niye anlattığımı senin kadar ben de bilmiyorum. Burası uçsuz bucaksız bir su birikintisi ve biz de evinde tıkılı kalmış küçük solucanlar gibiyiz. Ben yumuşak toprağın altındayım ve sen suyun içinde boğuluyorsun. Berdüş yanımda, sana ondan söz ediyorum çünkü onu seninle paylaşarak ben de biraz daha net görebilmek istiyorum. Biraz daha görebilmek istiyorum. Bir adam boyu yol yürümüş gibiyim ya da hep durmuş gibi. Attığım her adımda tanıdık kıvrımlarla karşılaşıyorum ve bulantım gittikçe artıyor. “Yeni bir adımın ne anlamı olabilir ki” kuşkusu ayak parmaklarımla aynı frekansta titreşiyor yüreğimde. Yabancı olan sadece Berdüş var, ben bile yokum. Korkarım ki unutuyorsun, biz Türkiye’deyiz ve dahi İstanbul’da. Oysa Berdüş nerede?)
Sıkıntıyla oflayarak bir adım daha attım. Mesafenin boğazına sarılmak istiyordum fakat tek başıma nasıl… Tek başıma nasıl!..
Başı oynadı… Yavaşça döndü ve bana baktı. Bir gözü görünüyordu sadece ama ben aşık oldum! Birden koşup onu da iterek uçuruma atlamak geldi içimden. Bütün kaygılarımı ve sorumluluklarımı bir anda unutuvermiştim. Ama aşk da buydu, böyleydi zaten aşk da neydi bilmem ben! Başını tekrar uçuruma çevirdi ve ben acı çekmeye başladım. Yalnız mıydım?.. Bilmiyorum…
Bir adım daha attım, bu sefer heyecanlıydım. O beni fark etmedi ya da fark etmiyor gibi hareketsiz durmaya devam etti. Bir adım daha ve bir adım daha ve bir adım daha ve bir adım daha şimdi nefesim ensesinde yankılanıyordu
-Konuşmaya çok fazla ihtiyacım var ama dinleyiciyi tasavvur edemeyecek kadar sıvı bir yalnızlık heyulasındayım. Berdüş’ü deniyorum-
yankılanıyordu. Saçları uçuşuyordu, ensesini görebiliyordum. Kontrolsüzdüm ve acı çekiyordum. Umutsuzca uzattım başımı ve ensesinden öptüm. Birden buz gibi kesildi bedeni ve donakaldı. Sonra ürpererek başını ve ardından bütün bedenini çevirdi bana. Kendimi tutamıyordum, özür dilerim, herkesten, hepinizden çok çok çok özür dilerim ama kendimi tutamıyordum işte ağlamaya başladım ve ağladığımdan utandım ve beni öyle görmesini istemedim ve bana bakmasın, ağladığımı görmesin diye boynuna sarıldım ve sonra daha sıkı sarıldım ve daha da sıktım ve sarsıla sarsıla ağlayarak omzunu sırılsıklam ettim ve üstüne yüklendim ve düştük.
…
“Biliyorsunuz saygıdeğer kralım, aslında bana aşık falan değilsiniz. Sadece burada yalnızlıktan çok fazla canınız sıkılmış ve gördüğünüz ilk gerçek kişiye gereğinden fazla bir yakınlık duydunuz.”
“Sen gerçek bir kişi misin?”
“Bir kişiyim kralım ancak gerçekliğim elbette ki sizin kudretli görünüşünüze bağlıdır.”
“Ben.. körüm.. habip!.. Kudretim filan da yok artık!”
“Olmaz kralım, siz, ben dahil bütün bu varlıkların efendisisiniz.”
“Sen benden daha güzelsin!”
“Çünkü ben sizin gibi bir kral değilim, zavallı bir Berdüş’üm ben.”
“Sen zavallılığın anlamını çekip alacak kadar güzelsin Berdüş!”
“Kibirli olmayın kralım, kibir bir krala yakışmaz.”
“Yere vuracak kemiklerimiz ve büyük bir gürültü kopacak. İkimiz de öleceğiz belki ya da ikimiz birlikte uyanacağız yere tam düşecekken bu rüyadan.”
“Suyun hikmeti nedir kralım?”
“Bilmiyorum habip, suyu ben yaratmadım, sadece kralım ben, o kadar.”
“Kralların en güzelisiniz ama.”
“Kibirli olma Berdüş, kibir sana da yakışmaz.”
“Düşmek güzel mi kralım?”
“Sen güzelsin!”
“Ya düşmek?…”
“Berdüş…”
“Buyrun kralım?”
“Öp beni!”
…
(Umudum homojen değil. Bu yüzden yeterince açık anlatamıyorum öykümü. Kötüyüm ben. İyi’den bağımsız ve iyi’nin bilinmediği bir coğrafyanın kötüsüyüm. Coğrafyam… ayak parmaklarım paletlenmedi hiçbir zaman ve ben hiç yüzmedim. Berdüş’ü görmek istiyorum. Sen de gör istiyorum onu. Ve hatta birlikte seyredelim Berdüş’ü. Ama sen bana bakmıyorsun, beni dinlemiyorsun, benden sıkılıyorsun ve beni okumuyorsun bile. Gözlerin satırların arasında, kendi labirentinde kaybolmuş mahpuslar gibi dolanıp duruyor. Sen modernsin. Peki ya ben?.. Sana göre postmodern, bana göre hiç ve onlara göreyse ilkel. Zaman nedir?! Sen de benim gibi korkarak sor bunu kendine: Zaman nedir? Berdüş’le birlikte düşmek mi kuyuya, yoksa giyinmek mi kuyuyu, hiçbir zaman yeterince çıplak olamamış bedenine? Duvarlar örüyorsun hücrende merdiven merdiven / sonra kayboluyorsun / yürüyorsun / duruyorsun / gidiyorsun ama gelmiyorsun. Çıplaksın ve bu yüzden soramıyorsun kendine “Zaman nedir?” diye. Bana öyle bakma ben senin duvarlarına astığın tablolardan biri değilim! Ki o tabloları yapan ressamlar gibi renklerle örtmedim(sıvamadım) de hiçbir zaman kendimi. Bırak artık tuğlaları ve fırçanı ve paletini dön ve hücrene bak! Berdüş’e bak!.. Düşüyor(uz) ve düşerken de eriyoruz senin algı yanılmalarına meze olabilmek, biraz olsun şanslıysak belki bir saniyelik bir halüsünasyon olup yaşamına girmek için. Ayırdığın bacaklarının arasından kayıp kalbine ve oradan da bütün o korkuların “merkez”i olan küçük beynine düşüyoruz biz aynaya bak!)
“Sanki büyük bir yarık açılıyor içimde, çok uzaklarımda bir yerde.”
“Durduk kralım, biz durduk!”
“Durmak?!..”
“Evet kralım, durmak.”
“Yarık büyüyor habip, kurtar beni!”
“Her şey bitti kralım, kimse kurtaramaz bizi!”
“Berd… yarık… ahhh!”
“Kralım!..”
“…”
(Bir ortaçağ masalı anlatmıyorum sana bu benim yaşamım. Ortaçağım yok benim, ilkin sonundayım… Büyük bir askeri darbe gibi tasarlıyorum içine girmeyi, bütün idam fermanlarımla birlikte ve bütün günahlarımla. Ben bakirim ve sen Diyarbakır kadar kurusun, Diyarbakır kadar berraksın ve Diyarbakır kadar dahilsin kafamdaki çelişki’ye. Sen, kıraat eder gibi yapıp aslında uyuyan benamaz kadın-erkek, uykularına salıyorum Berdüş’ü, kork!..
-ma…
keçe… tı hazım..
em dil ketîm..
dil dayîm!-
Yalnız seni arıyorum! Seni ararken düşürdüm yalnızlığımı… hürriyeti, toprağın altına efendim’i ve kulluğumu ve umudumu… Neden bu kadar bâtınsın, bâtındasın?! Söyle bana çölümün hırsızı, düşümde göremediğim hakikatim, sen kimsin, neredesin?…)
Bir ortaçağ masalı anlatıyorum kendime, sımsıkı sarılıp Berdüş’ün boynuna düşüşü düşlüyorum. Yaşanmamış bir çağ bu çöl, benim çölüm, suya dökülen kafatasım. Sen varsın, ben yokum. Böyle dedi Berdüş, beni yukarı düşürüp kendini betona çarparken. Ve ben kestim artık sızlanmayı ve sustum diz boyu.
03:10