Çokluk/çoğunluk hakikatin mutlak ölçüsü olamaz elbet. Ancak bu, çokluğun malayani olduğu anlamına da gelmez. Hakikatin en sahih ölçüsü adalettir. En azından biz faniler için böyledir.
Nasıl ki bir insan, hüznün ve neşenin dengede durabildiği bir teraziyse, birlikte yaşamanın hakikati de çokluk ve azlık arasında kurulu bir dengeden ibarettir. Neşesi artan ruhun bir süre sonra hüzünden de geçerek ıstıraba meyletmesi işte bu denge haline erişmenin gereğidir.
Bu da zaten modernizmin en büyük çıkmazı değil midir? Bireysellik karşısında çokluğu hakikatten saymayan bu görüş belki demokrasi, insan hakları vs. gibi birçok değerin ortaya çıkmasını sağlamış ve insanlığa görece bir barış da vaat etmiş, ancak aynı zamanda çok daha büyük bir yıkıma da zemin hazırlamış: Yalnızlık ve beraberinde getirdiği muvazenesi kaymış ruh halleri… Neşesini kaybeden kişinin en hafifinden hüzne garkolması ve dengenin bozulması… (Liberalizm gibi sosyolojik yıkımlar da cabası.)
Sözlüğa baktım, Latince “individuus” sözcüğünden alıntılanmış bir Fransızca sözcük olan “individu”dan türemiş bu bireysellik mevzusu. Anlamı “bölünmez olan”. Ben bunu hiç düşünmeden atoma, atomun bölünmez bir parçacık oluşu zannına bağlıyorum. Yani pozitif bilimin bize öğrettiği o “tartışmasız hakikat”lerden birine. Oysa atomun bölünmez bir parça olmadığı artık hepimizin malumu. Böyle şeylerden ötürü üretmedik mi zaten postmodernizmi de…
Neyse… Karışık bir kafanın hezeyanları olarak düşünün bunları. Dünkü newroz meydanında gördüğüm politik şeylerle karnaval atmosferinin bir aradalığı ve birçok bakımdan madun olan o coşkulu büyük kalabalığın içerisinde kaldıktan sonra, şimdi Said-i Nursi’nin şu sözü üzerine düşünürken aklıma gelenler bunlar: “Hayat, kesrette bir çeşit tecelli-i vahdettir. Onun için ittihada sevkeder. Hayat, bir şeyi herşeye mâlik eder.”
Ben daha uzun bir zaman yine bu minvalde debelenmeye devam edeceğim, buna göre okuyup buna göre düşünüp buna göre yazacağım… Ama şüphesiz doğrusunu Allah bilir.