Bir zamanlar, yani 90’lı yılların ortalarında, kafamın çok karışık, önümde uzanan yolların pek bir karanlık olduğu (ya da öyle göründüğü) zamanlarda bir hikaye kurmuştum kafamda. Pek (neredeyse hiç) kitap okumadığım zamanlardı (şimdi olduğu gibi). Şu malum “ben neyim?”, “ben kimim?”, “burası neresi?” tarzı soruların gündelik ihtiyaçların önüne geçtiği gençlik yılları. Bir sabah yatağından küçük ve tüylü bir köpek olarak kalkan bir adamın öyküsünü anlatmaya başladım. Halıcıoğlu’nda bir evde yaşayan sıradan bir adamdı. Sabah köpek olarak kalkıyor ve evde geçen bir bölümden sonra sokaklara çıkıyor ve Topkapı’ya kadar yürüyerek geliyordu. Tuhaf tuhaf sorular sorarak ve gittikçe bir köpek olmayı kanıksayarak kayboluyordu. Uzun bir öyküydü, henüz yazmakla ilgili ciddi ideallerim de yoktu o zamanlar, epey bir uğraşmıştım. Sonra bir gün okuldan birine bahsettim galiba, o da bana Kafka’nın malum öyküsünü verdi. Kitabın daha başında yatağından böcek olarak kalkan adamı okudum ve yıkıldım. İlk romanım Kafka sayesinde ölü doğmuştu.
Sonraları çok sık duydum ve yaşadım şu “Amerika’yı yeniden keşfetme” bulantısını. Buna karşı teoriler geliştirdim kafamda. Postmodernizm mottoları, gök kubbenin altında artık söylenecek yeni bir şey olmaması safsatası, yeniden yapımlar, var olanın değişik halleriyle uğraşmak, resimden edebiyata, düşünceden aşka kadar her türlü kolaj, ve en yaygın ve etkili “sanat dalı” olarak reklamlar… Ve bütün bunların arasında son olarak Bilge Karasu ve ardından Dostoyevski okuyan ve bir daha kendisinden haber alınamayan şahsi kurtarıcım velinimetim ve efendim: Mehmet Batur. Uzunca bir zamandır, yani yıllardır diyebilirim, kendisinin yokluğunu hissettirmemeye çalıştım ve hatta onun adıyla birkaç şey yazıp çizdim, hatta yayınlananlar bile oldu. Gel gör ki başta kendim olmak üzre kimseyi inandıramadım ölmediğime.
Soru şuydu: Eğer gerçekten yeni bir şey yapmak/söylemek mümkün değilse, insan neden konuşmak istesin ki? Buna verilecek cevap da belliydi aslında: susmak. Ben de yirmi birinci yüzyılın en alışılmış susma şekline gayri ihtiyari büründüm. Eskiden gündelik hayat, sıradanlık vs. diyerek burun kıvırdığım şeyden bile çok uzağım. Herhangi bir nesnenin süregiden varlığından çok farklı değil hayatım. Bol bol internet, oyun, gürültülü fakat sessiz ve sözsüz filmler, parakazanmayaçalışmaca, olabildiğince yüzeyden gitmeye dikkat ederek politikayı takip etmek, futbol taraftarlığı ve hepaynasız bol maskeli bol tripli insan ilişkileri. Filistin’e düşen bir bombayla ölen yüz kişinin acısını kolayca bastırıyor şimdi mesela cebimde olmayan yüz bin liranın acısı veya uykusuz kaldığım bir gün çektiğim baş ağrısı. Hele de sevgilim beni kızdıracak bir şey yaptı ya da beni kırdıysa, bir milyon -mesela Doğu Türkistanlı kıyımdan geçirilse yanına yaklaşamaz can sıkıntımın.
Bu hâlimden rahatsız olduğum için uykusuz kaldığım bir takım gecelerim ve sürüp giden ve çoklukla kavgaya dönüşen iç konuşmalarım uzun süredir beni teselli edebiliyor. Uzun süredir bir insanın intiharını düşlemiyorum, hatta kendimin bile. Sadece ölümler… Etrafımdaki insanların saçma sapan trafik kazalarında öldüğünü ya da kendimle ilgili de yine saçma sapan felç düşleri kurduğum oluyor. Kelebek ve dalgıç filminden aşırma kurgulu düşler. Tabii ki artık gecenin bir yarısı aklıma gelen bir şeyi not almak için yatağımdan kalkmıyorum. Not almak ve yazmak için sorumluluk yüklediğim müstear kişilik ortalarda olmadığından kıçımı kaldırmaya gerek duymuyorum. …
Her neyse. Şimdi gecenin bu saatinde durup dururken klavyeyle bu kadar haşir neşir olmamın nedenine döneceğim. Az önce Arizona Rüyası’nı (nihayet) seyrettim ve bir zamanlar yaşadığım Amerika’yı yeniden keşfetme bulantısına yeniden gömüldüğümü hissedip buna bir itirazım olmalı diye düşünerek geldim, debeleniyorum. Yaklaşık beş yıldır çok yavaş ilerlese de bir romanın yazımına devam ediyorum. Yaşadığım semt olan Yenibosna’dan esinlenerek kafamı kurcalayan bazı konular, insanlar ve olayları anlamaya çalışıyorum aslında. Yaklaşık üç yıl önce, yani askere gitmeden kısa bir süre önceydi sanırım, iyice tıkanmış olan öyküyü karakterlerimden birinin gördüğü bir rüya sayesinde yeniden akacağı bir kanala yönlendirmiştim: Uçan balık rüyası. Kusturica filmde balığın uçmasını düşselliğin bir tasviri olarak kullanmış ve filmin konusu ve temasını da balık imgesi üzerinden kurmuş. Önceki bulantımda, yani Kafka’nın Değişim’i ve benim Köpek adlı öyküm arasındaki benzerlik sadece kurgusaldı. Yani aradan geçen yıllarda uzun uzun Kafka okuyup yazarı tanıyınca aslında benim yaptığımla alakalı bir şey yazmadığını gördüm. Fakat kurgu, yani kendimce yaptığım keşif aynı olduğu için kendi öyküme de devam edemedim. Bu sefer Arizona Rüyası’nda daha da can sıkıcı benzerlikler buldum. “Okyanusun rengine uymak için renk değiştirmek”, “tabutunda insanların sana bakması”, kimseye görünmeden herkesi görmek istemek vb.
Bu gösteri toplumu, görülmek vs. kafamın içindeki ana konu değil tabii ki. En nihayetinde bu roman ardından gelecek olan asıl romanın hazırlayıcısı olacak. Ve benim hikayemdeki esas konular değil bu görmekle görülmekle ilgili şeyler. Fakat kurgu, anlatma biçimi de bir öykünün omurgasıdır. Bir şeyi anlamak ve anlatmak istemem, onunla ilgili konuşmak için büyük bir arzu duymam söze başlamam için yeterli olmuyor. Yani birkaç yıl boyunca kafamda hikayeyle debelendikten sonra bu uçan balık imgesi sayesinde öykü kımıldanmaya, kendini göstermeye ve sonunda yol almaya başlamıştı. Şimdi durup dururken Kusturica’yı ve filmi selamlamak zorunda kalıyorum. Tamam, bunu “haysiyetli” bir şekilde yapabilirim ve belki çok da güzel olur sonuç. Ama yine de bu Amerika ve keşifler konusu tedirgin ediyor beni. Sonuçta bu satırları yazmaya başlarken de aslında bu konuda, yani “yeni bir şey söylemek” hakkında konuşmak istiyordum ama olmadı.
Bu sadece benim tembelliğim ya da bu tarz başka kişisel bir sorun değil. Bu yeni bir şey söyleyememek, sürekli aynı keşfi yaparım korkusu filan da değil. Bu düpedüz yalnızlık korkusu aslında. Gerçekten yeni ve güzel bir şey söylediğimde, beni dinleyecek ya da beni duyacak birisi olacak mı acaba?!.. Sonuçta balığın gözü olmayan tarafındayım ben yazarken. Öteki tarafta… neden yazayım, ne konuşayım ki!…
c.tesi 04:43
“Merak etme sen”
Amerika yeniden keşfedilemez, çünkü hiç keşfedilmemiştir.
Exocoetidae’ler (wikipedia’dan alındı)zaten uçar.
İnsanlarınsa sadece kanatlarının nasıl kırıldığını bilenleri uçar.