“Dövülerek yassılaştırılmış tellerden yapılmış büyük bir parçaydı; bu yüzden, yandan bakıldığında hepsi kayboluyordu, oval şekileri ara ara titreşiyor, kayboluyordu, tıpkı ortak merkez çevresinde, birbirine karmakarışık girmiş elipsoid yörüngelerde oval tellerle birlikte hareket eden iki ince, açık cam kabarcığının bazı ışıklarda yok olması gibi, hiçbir zaman bir araya gelmeden, hiçbir zaman tam olarak ayrılmadan. Takver ona Zamanın İskânı adını vermişti.”
(Mülksüzler – Ursula K. Leguin S:312)
İki Yalnız Teoremi derdim eskiden; mıknatıs gibi, yaklaştıkça itme gücü artıyor (eş kutuplar), uzaklaştıkça çekim gücü (zıt kutuplar)… Hiç aklıma gelmemişti ya da gençlikte anlamıyor insan bazı şeyleri: Gerçekten de zaman, ancak böyle bir gerilim halinde sükûnete erebiliyor.
Gerilimde sükûnet: ne güzel bir çelişki, diğer bütün çelişkiler gibi!.. Halbuki “iskân”, yani bir yeri “mesken” tutma, “sakin”leşme, sükûnet hali; böylesi bir gerilim içinde nasıl mümkün olabilir?
Bal gibi de olur. Eğer sığınacak bir balkon altı yoksa artık, uykusuz bir gecenin tam ortasında, ımızganma halinde ancak hissediyorsan var olmanın sıcaklığını, zamanın sonsuz titreşimleri de her yolculuğun sonunda dönüp durduğun evin olur tabii. Başka türlü bir aşk mümkün mü ki?..
Bütün yolculuklar o iki tepe arasındaki mesafede başlayıp bitmiyor mu? Hepi topu bir ya da birkaç dalga boyundan ibaret değil mi yaşamak, birbiriyle aynı ve birbirinden tamamen farklı (Ah Mr. Palomar!); doğrusal ve döngüsel ama hep akmaya devam eden dalgalar… Ve “özen” mesafesi…
Şimdi bir tek şey kaldı geriye: Çukura bakmak, çukuru anlamak. İki tepe arasındaki mesafenin sadece “boşluk”tan ibaret olmadığını görmen gerekiyor. Neydi ritim: Vuruş-boşluk-vuruş-boşluk… Ses-sizlik-ses-sizlik-ses-sizlik…
Çünkü mâdunlardan öğrendim ben sessizlik diye bir şey olmadığını.
Ve köpek, mezarlıkta oturduğu o küçük tepenin üzerinden kadına bakarken mırıldandı yeniden: “Karanlık diye bir şey yok, sadece açık olan ya da olmayan göz var”.