Çöküş Korkusu ve Yaşanmamış Hayat

Estimated read time 47 min read

Yazar: Thomas H. Ogden (Kaynak: Uluslararası Psikanaliz Yıllığı 2015 Sh:157-177)

ÖZET

Thomas H. Ogden

Winnicott’un “Çöküş Korkusu” (Fear of Breakdovvn) makalesi tamamlanmamış bir eserdir; enine boyuna geliştirilmiş fikirler sunmak yerine okurdan anlama meyleden bu çalışmanın sadece okuru de­ğil, yazarı da olmasını bekler. Winnicott’un makalesindeki sıklıkla kafa karıştırıcı, bazen de anlaşılmaz olan görüşleri yazar şu yönde anlamaktadır: Bebeklik döneminde anne-bebek bağında bebeği, yönetemeyeceği coşkusal olayları kendi başına üstlenmeye mecbur bırakan bir çöküş yaşanır. Bebek bu ilkel ıstırap deneyimini atlayıp geçerek psikotik nitelikli savunma örgütlenmeleri geliştirir. Başka bir deyişle bu savunmalar, dış gerçekliğin yerine kendi yarattığı iç gerçekliği koyar, böylece bebeğin hayati önem taşıyan yaşam olaylarını gerçekten deneyimlemesi engellenir. Anne-bebek bağının çöküşünü bebeklikte gerçekleştiği sırada deneyimlemeyen birey, as­lında olmuş olan, fakat kendisinin deneyimlemediği bir çöküşün korkusu içinde yaşadığı psikolojik bir durum yaratır. Yazar Winni­cott’un düşüncesini daha ileriye götürerek, hastanın, korkusunun kaynağını bulma ihtiyacının itici gücünü, onun kayıp olan ve bütün olmak için bulması gereken kendilik parçaları olduğu duygusundan aldığını öne sürer. Yaşamından arta kalan ise çoğunlukla yaşanmamışlık hissi veren bir hayattır.


Sadece psikanalizle ilgili değil, bir insan olarak yaşamakla da ilgili düşünme biçimlerimi en derinden etkilemiş psikanalitik makale ve kitapların sayısı pek azdır. Freud’un (1917) Yas ve Melankoli, Fairbairn’in (1944) Endopsychic structures considered in terms of object-relationships (Nesne İlişkileri Bakımından Ele Alınan Endopsişik Yapılar), Klein’ın (1946) Bazı Şizoid Mekanizmalar Üzerine Notlar, Bion’un (1962) Learning from experience (Yaşayarak Öğrenme) ve Loewald’ın (1979) The tuaning of the Oedipus complex (Oidipus Karmaşasının Azalması) eserlerinin yanı sıra bu yazıda odaklandığım Winnicott’un (1974) “Çöküş Korkusu” makalesini de [1] bu gruba dâhil edebilirim. 

“ÇÖKÜŞ KORKUSU” ÜZERİNE YÜKSEK SESLE DÜŞÜNEN WINNICOTT

Ömrünün son yılında yazılan ve ölümünden üç yıl sonra yayımlanan “Çöküş Korkusu” (1974), benim zihnimde Winnicott’un son önemli çalışmasıdır.[2] Yanıltıcı basit yüzeyinin altında yatan karmaşıklığına yakından bakmaya zaman ayrılmadığı takdirde, Winnicott’un en önemli makalelerinin çoğu gibi o da birkaç cümleyle özetlenebilir. Makalenin açılış satırları okunduğunda, Winnicott’un, kendisi için yeni olan bir şeyi anlamaya başladığına inandığı ve ölmeden önce bunu iletmeyi önemli bulduğu şüphe götürmez. Makale şöyle başlar:

Klinik deneyimlerimin beni son zamanlarda çöküş korkusunun anlamı hakkında yeni bir anlayışa ulaştırdığı inancındayım. (Winnicott, 1974, s. 87)

“Deneyimler” kelimesi makalenin açılış cümlesinde göze batmayan bir şekilde yer alır -böylesine sıradan bir kelime, yine de yazının tam göbeğinde. Bu cümledeki “son zamanlarda” ve “yeni“ kelimelerini, “yeni” kelimesinin bir sonraki cümlede iki kere daha kullanılması izler:

Buradaki amacım benim için ve belki psikoterapi alanında çalışan başkala­rı için de yeni olan bu şeyi mümkün olduğunca basit bir şekilde ifade et­mektir. (s. 87)

Makalenin üçüncü ve dördüncü cümlelerinde Winnicott şöyle yazar:

Söylediklerimde doğruluk payı varsa, doğal olarak dünyanın şairleri tara­fından çoktan ele alınmıştır, fakat şiirle gelen iç görü ışıltıları dahi bizi, ce­haletten adım adım uzaklaşarak hedefimize doğru yaklaşma görevinin acı­sından kurtaramaz. Bu kısıtlı alanın incelenmesinin bizi, klinik bakımdan arzu ettiğimiz kadar başarılı olamadığımızda kafamızı karıştıran başka bazı sorunları yeniden ifade etmeye yönelttiği kanaatindeyim. (s. 87)
Donald W. Winnicott

Winnicott’tan başka kim bu sözleri yazabilirdi? Hatta hafızam beni yanıltmıyorsa, Winnicott bile daha önce tam olarak bu şekilde yazmamıştı. Keşfettiğine inandığı ve ifade etmeyi umduğu bir gerçek varsa bunun, şüphesiz şairlerin bilip şiirde yakaladığı bir gerçek olacağını söylemekteydi. Fakat terapist olarak bizler, iç görü ışıltılarıyla yetinme lüksüne sahip değiliz. Şairle­rin kısa ve öz anlayışları “bizi cehaletten adım adım uzaklaşarak hedefimize doğru yaklaşma görevinin acısından kurtaramaz”. Kullanılan dil, neredeyse dinî bir tondadır. Hastalarımıza karşı sorumluluğumuz, onlara yardım etmek için kendimizi gerektiği şekilde kullanmamızı icap ettiren “görevimizin acı­sından kurtulmamıza” izin vermez. Bunun için “cehaletten adım adım uzaklaşmalıyız”. Ne tür bir cehaletten? Analitik kuramla alakalı bir cehalet değil elbette (Winnicott makalenin devamında iki kere, okurun bu bilgiye sahip ol­duğunu tahmin ettiği belirtir). Bu sözlerden anladığım kadarıyla, üstesinden gelmemiz gereken cehalet, kendimizle ilgili coşkusal cehalettir. Hayatımızda en acı verici şeyleri deneyimleyebilmemiz ve bu deneyimlerle ilgili olarak ken­dimizi anlamamız gerekir. Winnicott’un tonlaması öğüt vermekten ziyade, kendi başarısızlıkları karşısındaki tevazu ve pişmanlığını yansıtır (hemen son­rasında makaleden, Winnicott’un hastalarından birinin intiharını öğreniriz).

Winnicott, “bu kısıtlı alan” (yani “çöküş korkusunun anlamı”) hak­kında öğrendiklerinin, hastalarımızla yaşadığımız başarısızlıklarda katkısı bulunan diğer sorunları anlamamıza yarayabileceğine inandığını söyler. Winnicott’un öğrendiklerini hâlâ yapabilecek durumdayken hevesle ifade etmeyi arzu ettiği bu satırlarda apaçık ortadadır.

Winnicott’un bütün analitik yaşamı boyunca yazdıklarının tesirli ol­masının sebebi, sadece onun açık kalpli olması değildir. Aslında içsel yaşantı­sıyla ilgili (doğrudan) pek az şey söyler, görüşme odasının dışındaki yaşamı­nın ayrıntılarından ise daha da az bahseder. Yazıları tesirlidir çünkü, betim­lediği deneyimlerin ve kendisinin geliştirdiği (makalesinin giriş cümlesinde söylediği gibi, o deneyimlerden ayrılması mümkün olmayan) fikirlerin farkın­da olmanın ne demeye geldiğini, dili kullanımı sayesinde ifade edebilir.

İnsan “Çöküş Korkusu”nun girişinden biraz önce alıntıladığım “ön ha­zırlıklar” kısmını bir çırpıda geçip makalenin özüne ulaşmakta acele etme he­vesine kolayca kapılabilir. Ancak böyle yapmak makalenin gerçeğini ıskalamak olurdu: Bu başlangıç cümlelerinde Winnicott, kişinin deneyimlerini yaşa­masının (onların farkında olmasının) ne anlama geldiğini, hem kendi yazma edimiyle, hem de (potansiyel olarak) okurun okuma edimiyle göstermektedir.

Winnicott bazı hastalarımızda daha belirgin olabilen “evrensel görün­güleri” (s. 88) ele alacağını belirtir. Daha önemlisi bu evrensel görüngüler…

...aslında, hastalarımızdan biri bu [çöküş] korkusunu büyük çapta göster­diğinde onun nasıl hissettiğini herkesin eşduyum yoluyla bilmesini müm­kün kılar. (Nitekim aynı şey, akıl hastasının deliliğinin her ayrıntısı için de söylenebilir. O belirli ayrıntı [deliliğin o yönü, o sırada] bizi rahatsız etme­se de hepimiz onu biliriz.) (s. 87)

Winnicott, fikrini daha açık ve kuvvetli nasıl anlatabilirdi? Yeterli bir terapist olmak için, o deliliğin belirli bir andaki, belirli bir “ayrıntısına” ta­mamıyla hâkim olmasak dahi, bunun “nasıl bir his olduğuna” – “deliliğin na­sıl hissettirdiğine” dair kendi kişisel bilgimizi kullanmak zorundayızdır.

“The use of an object” (“Nesnenin Kullanımı”, 1967)[3] makalesindeki gibi “Çöküş Korkusu”nda da Winnicott, iletmeye çabaladığı şeyler için özel­likle kafa karıştırıcı yeni bir dil icat eder. “Çöküş Korkusu”nda Winnicott, okurun dengesini bozmayı başaracak bir biçimde terimleri sıradan kullanım­larından koparıp alır. Baştan yaratılan bu kelimelerin başında ise çöküş gelir:

“Çöküş” terimini özellikle kullandım, zira oldukça müphem ve de pek çok anlama gelebilir. Bütününde bu kelime, bu bağlamda savunma örgütlenmesinin başarısızlığa uğraması anlamına gelebilir. Fakat derhal şunu sorarız: “Neye karşı savunma?” Bu da bizi terimin daha derin anlamlarına götürür, çünkü “çöküş” kelimesini savunma örgütlenmesinin altında yatan düşünülemez durumları tanımlamak için kullanmak zorundayızdır. (Winnicott, 1974, s. 88)

Bu paragrafı her okuduğumda kafam allak bullak olmaya başlar. Manaları sürçüp kayan, birbiriyle bağlantılı bir dizi terim sunulmuştur. Cümle cümle almaya çalışacağım. Winnicott şöyle der:

Bütününde bu kelime [çöküş], bu bağlamda savunma örgütlenmesinin başarısızlığa uğraması anlamına gelebilir, (s. 88)

Buraya kadar her şey yolundadır: Çöküş, savunma örgütlenmesinin başarısızlığa uğramasıdır, izleyen cümle şunu der:

Fakat derhal şunu sorarız: “Neye karşı savunma?” (s. 88)

Winnicott bu soruya bir yanıt getirir:

Savunma örgütlenmesinin altında yatan düşünülemez durumları tanımlamak için “çöküş” kelimesini kullanmak zorundayızdır. (s. 88)

Burada kafamız karışmaya başlar: Winnicott (daha bir cümle önce savunma örgütlenmesinin başarısızlığa uğraması olduğunu belirttiği) “çöküş”ün, aynı zamanda savunma örgütlenmesinin “altında yatan” düşünülemez durumlar olduğunu da söylemekte gibidir. Çöküşün hem savunma mekanizmasının başarısızlığa uğraması, hem de o örgütlenmenin altında yatan düşünülemez şey anlamına nasıl gelebileceğini merak ediyorum.

Sanki bu karmakarışık sorular yeterince kafa karıştırıcı değilmiş gibi Winnicott, izleyen paragrafta şunu ekler: “Savunmaların arkasında yatan” şey (s. 88), “birim kendiliğin oluşumunda bir çöküşe” yol açan “psikotik görüngüler”dir (s. 88). (Birim kendilik, “bebeğin deriyle az çok sınırlandırılmış bir şekilde, bir beden içinde yaşayan, bir içi ve bir dışı olan tam bir kişi, bir birim olma halidir.” [Winnicott, 1963, s. 91] “Bebek birim konumuna ulaştığında …, bir kişi, kendi başına bir birey olur.” [Winnicott, 1960, s, 44])

Yani şimdiye kadar elimizde ne var? “Çöküş”, bireyi “birim kendiliğin oluşumunda bir çöküşe” yol açan, düşünülemez psikotik durumlardan korumak için yapılandırılmış bir savunma örgütlenmesinin başarısızlığıdır. Aslında burada yatan problem, “çöküş” kelimesinin birkaç farklı biçimde kullanılıyor olmasıdır. Başka bir problem ise, “çöküş” kelimesinin “çöküş” terimini tanımlama çabasıyla tekrar tekrar kullanılmasıdır.

“Çöküş” kelimesinin kafa karıştırıcı biçimde tanımlanmasının, Winnicott’un yazarken düşünmesinin, ya da başka bir şekilde söylersek, yazmayı düşünmenin bir yolu olarak kullanmasının bir sonucu olduğuna inanıyorum. Başında söylediği gibi, tüm bunlar onun için yenidir; bunu kelimelere nasıl dökeceğinden tam emin olmadığını da ben ekleyebilirim. Kelimeleri anlamdan yoksun değildir; daha ziyade, anlam düşünülme ve daha özenle tanımlanma sürecindedir. Pek çok soru ortaya çıkmıştır:

  • Çöküş, psikotik bir kırılma, zihnin (ya da birim statüsünün) bir parçalanması mıdır?
  • Savunma örgütlenmesi (ki kendisi de psikotik niteliktedir) daha kötü bir psikotik felaketi engellemeye mi hizmet etmektedir?
  • Psikoz, “savunma örgütlenmesinin altında yatan düşünülemez durumlar mıdır?
  • Çöküş, gelecekte “çöküş korkusu” biçiminde nasıl yerleşir?

Okur sabırlı olmalı ve kafa karışıklığını hoş görmelidir, çünkü Winnicott, makalesinin konusu olan “çöküş”ün doğasını tanımlama sorunuyla meşguldür.

Fear of breakdown – Cristina Huarte

YAŞANMIŞ VE YAŞANMAMIŞ DENEYİM

Daha sonra Winnicott sanki meseleye yeniden bir yaklaşma girişiminde bulu- nur ve coşkusal büyümenin erken evrelerine ait temel süreçleri kendine saymakla işe başlar. Hepimizin Winnicott okurken başlaması gereken yerden başlar:

Birey kalıtımla bir olgunlaşma süreci devralır. Kolaylaştırıcı bir çevre olduğu ölçüde bu kalıtım bireyi destekler ... kolaylaştırıcı çevrenin en önemli özelliği ise gelişen bireyin değişen ihtiyaçlarına uyum sağlayan kendine özgü bir gelişmesinin olmasıdır. (s. 89)

Aklında erken dönem anne-bebek ilişkisine dair bu ifadeyle Winnicott, “kaygı kelimesinin anlatmaya yetmediği” bir acı biçimi olan (s. 89) “ilkel ıstırapların” listesini sunar (s. 90); bunların her birini, “düşünülemez olanın altında yatan ilkel azabın deneyimlenmesine karşı korunma olarak geliştirilmiş bir savunma örgütlenmesi izler. Bu ıstıraplar, bireyin mutlak bağımlılık durumunda olduğu bir dönemde yaşanır –annenin “yardımcı benlik işlevi sağladığı … bebeğin ‘ben olan’ı ‘ben olmayan’dan ayırmadığı” (s. 89) bir dönemdir bu.

İlkel ıstıraplar ve onlara karşı savunma yollarımız şunlardır:

1- Bütünleşmemiş duruma geri dönüş. (Savunma: Dağılma)

2- Sonsuza dek düşme. (Savunma: Kendini tutma)

3- Psikomatik gizli anlaşmanın bozulması, bedene yerleşememe, (Savunma: Kendine yabancılaşma)

4- Hakikilik hissinin kaybı. (Savunma: Birincil narsisizmin kötüye kullanılması vb.)

5- Nesnelerle ilişkilenme yetisinin kaybı. (Savunma: Otistik durumlar, sa­dece kendilik görüngüleriyle ilişkilenme)

(Winnicott, 1974, s. 89-90)

Okur burada iyi bir iş çıkarmalıdır: Makaleyi sadece okumamalı, aynı zamanda yazmalıdır da. “Çöküş Korkusu”nu bir tür bitmemiş makale olarak görüyorum (bana kalırsa Winnicott’un tam ömrünün sonunda yazılmış bir makale). Ben bu makaleyi okurken, Winnicott’un “aslında ne kastettiğini” anlamaya çalışmıyorum. Bunun yerine, Winnicott’un açık ve örtük olarak belirttiği fikirlerini, kendi düşüncemi geliştirmek üzere bir başlangıç noktası olarak alıyorum.[4] Yukarıda sıralanan ilkel ıstıraplara, her birinin, örneğin “Bütünleşmemiş bir duruma geri dönüşün” sadece yeterince iyi anne-bebek bağının yokluğunda (yani Winnicott’un kolaylaştırıcı çevrenin yetersizli­ği dediği bir durumda)[5]meydana gelmesinden dolayı bir ıstırap olduğu bakış açısıyla yaklaşıyorum. Winnicott’un “Basis for self in body” (“Kendiliğin Bedendeki Temeli”) makalesinde netleştirdiği gibi (1971) bebek, “bazen dağılır, yabancılaşır ve hatta bir an için var olma ve var olduğunu hissetmeye dair temel ihtiyacını bile neredeyse bir tarafa bırakır.” (s. 261) Sağlıklı bir anne-bebek bağının bağlamı içinde deneyimlendiğinde, bu haller arasında gezinme yetisi sağlıklı bir durumdur.

Bir bütünleşmemişlik hali içindeki bebek, kendi baş bağının dışında- bir dehşet hali içindedir. Winnicott, bebeğin kendisini koru­mak için psikotik bir savunma olan dağılmayı kullandığını, yani ilk hamle olarak kendisini yok ettiğini öne sürer (“savunma: dağılma”), inanıyorum ki buradaki esas nokta -makalenin satır aralarını okumam gerekse de- anne-be­bek bağı bağlamında tahammül edilebilen duygudurumların, bebek onları kendi başına deneyimlemek zorunda kaldığında ilkel ıstıraplar halini alması­dır. Winnicott’un ıstıraplar ve onlara karşı savunmalara dair yaptığı sade lis­tenin satır aralarına şunları “yazıyorum”: Anneden koptu imlemek verine bebek, deneyimi atlayıp geçer ve onun yerine (dağılma gibi) psikotik bir savunma örgütlenmesi koyar.

Benzer şekilde Winnicott’un “sonsuza dek düşme” dediği ilkel ıstırap da atlanır (deneyimlenmez), çünkü kendi başına deneyimlenmesi bebek için dayanılmazdır. Sonsuza dek düşme azabının, Stanley Kubrick’in 2001: A Space Odyssey (2001: Uzay Yolu Macerası) filminde tasvir edilen gibi bir deneyim olduğunu hayal ediyorum. Filmde bir astronot, uzay mekiğiyle

göbek bağı koptuktan sonra sonsuz, sessiz uzay boşluğunun içerisine doğ yalnız başına süzülür.

Dayanılmaz olan sonsuza dek düşme azabını deneyimlememek için be­bek, “kendini tutma” vasıtasıyla kendisini korur – bu annenin yokluğunda kendi varlığını bir arada tutmak için çaresiz bir çabadır. Buradaki önemli fikir, yine, sonsuza dek düşmenin sadece bebeksi kendilik anneden koptuğunda bir ıstırap halini aldığıdır (satır aralarını yazmanın okura bırakıldığı bir nokta.

Hâlâ “Ana Temanın İfadesi” adını verdiği kısmı hazırlamakta olan Winnicott şöyle der:

Psikotik hastalığı bir çöküş olarak düşünmek yanlıştır; ilkel azaba ilişkin bir savunma örgütlenmesidir. (1974, s. 90)

Böylece makalenin başında cevaplanmadan kalan soruya değinilmiş oluyor: Winnicott’un kullandığı anlamda “çöküş” terimi, psikotik kırılmayla eşanlamlı değildir; daha ziyade psikoz, bireyin kendisini “ilkel ıstırap” deneyi­minden korumak için kullandığı savunmacı örgütlenmeye dahildir. Hâlâ ele alınmamış olan soru ise şudur: Eğer “çöküş” psikotik bir kırılma değilse, nedir?

Makalenin tam bu noktasında Winnicott, bu meseleye değinen “Ana Temanın İfadesi” dediği kısma hazırdır: Çöküş ile neyi kastetmektedir? Açık­lamaya başlar: “Klinikteki çöküş korkusunun, daha önce deneyimlemiş bir çöküş korkusu olduğunu öne sürüyorum.” (s. 90) Bana göre bir sebeple Winnicott, ana temasını yanlış ifade etmiş gibidir. Kastettiğini düşündüğüm ve sonrasında defalarca söylediği şey, çöküş korkusunun daha önce olmuş, fakat henüz deneyimlenmemiş bir çöküşün korkusu olduğudur. Başka bir de­yişle, hayatımızın olaylarını deneyimleme ya da deneyimlememe biçimlerimiz vardır.

Winnicott’un, meydana gelen ancak deneyimlenmeyen bir çöküşte “sonradan geçmişin şimdiyle ilişkisi hakkındaki düşünceleri, Freud’un (1918) “sonradan etki” [Nachtraglichhkeit] kavramından farklıdır. Sonradan etki “deneyimler, izlenimler ve bellek izlerinin, daha sonraki bir tarihte yeni deneyimlere veya yeni bir gelişim evresine ulaşılmasına uygun olarak yeniden gözden geçirilmesine” atıfta bulunur. (Laplanche ve Pontalis, 1973, s. 111) Sonradan etkide olay deneyimlenmiştir, fakat anlamı bireyin psikolojik gelişimiyle değişir. Çö­küş korkusundaysa olay deneyimlenmemiştir ve şimdiyle ilişkisini tanımlayan bu özelliğidir.[6]

Fransız Psikosomatik Okulu’nun çalışmalarının, Winnicott’un deneyimlenmemiş olay kavramına daha yakın olduğuna inanıyorum. Onlara göre, birey için katlanılması aşırı rahatsızlık veren coşkusal bir deneyim, ruhsal derinlemesine işlemeden hariç tutulur ve somatik hastalık ya da sapkınlığın geli­şebileceği beden alanına sürgün edilir, (de M’Uzan, 1984; McDougall, 1984)

“Ana tema”sını yakalayan Winnicott öncelikle, geçmişte olmuş olan bir çöküşü deneyimlemek yerine gelecekte çöküş korkusu yaşadıkları için çeken hastalarla çalışmanın zorluğuna odaklanır:

Hastalarımızı acele ettiremeyiz. Ancak, hakikaten bilmeden ilerlemelerini geciktirebiliriz; azıcık bir anlayışımız bile hastanın ihtiyaçlarına ayak uy­durmamıza yardım edebilir. (s. 90)

“Azıcık bir anlayışımız bile hastanın ihtiyaçlarına ayak uydurmamıza yardım edebilir” derken Winnicott’un kastettiği şeyin şu olduğunu düşünüyorum: Hastanın kendi çöküşünü ve ilkel azabını deneyimleme yetisini geliştirmeye yardım edeceksek, bizim çöküşü ve ilkel ıstırabı bilmemiz (kendimizinkini deneyimleyebilmemiz) gerekir.

Winnicott devam eder:

Tecrübeme göre hastaya, hayatını yıkmasından korktuğu çöküşün daha önce olmuş olduğunu söylemenin gerektiği anlar vardır. Bu, bilinçdışında saklı olarak taşınan bir olaydır. (s. 90).

Çöküş, hastanın hayatımın çok başında meydana gelmiştir, fakat o zaman deneyimlenmemiştir. İlk çöküş olayı “bilinçdışında saklı olarak taşınmıştır “; ama Winnicott buradaki bilinçdışının Freud’un bastırılmış bilinçdışı ya da içgüdü yönelimli altbenliğin bilinçdışı ya da Jung’un arketip tarzlı bilinçdışı olmadığını açıklar. Şunu belirtir:

[Bir çöküşün daha önce meydana gelmiş, fakat deneyimlenmemiş olduğu] bu özel bağlamda bilinçdışı, benlik bütünlüğünün bir şeyleri çevreleyemediği anlamına gelir. (s. 90-91, vurgu eklenmiştir.)

Winnicott’un bu cümlede, analitik bilinçdışı kavramını genişletmeyi önerdiğine inanıyorum. Hayatın olmuş ve deney imlenmiş, ama bilinçli farkındalıktan menedilecek kadar rahatsız edici olan bastırılmış yönlerini deneyimlemek için ruhsal bir alan oluşturmaya ek olarak bilinçdışı, bireyin olmuş, fakat deneyimlenmemiş olayların kayıtlarının bulunduğu (çoğunlukla ruhsal olmaktan ziyade fiziksel) bir yönünü de içerir. Bu İkincisi, bireyin özümsenmemiş travma deneyimini, “görülmemiş rüyalarını” taşıyan yönüdür. (Ogden, 2004b)

Ortaya atılmış fakat makalenin başında yanıtlanmamış olan diğer soruları artık cevaplamak mümkündür. Winnicott, “çöküş” ile ne kastetmektedir? Çöküş, zihnin psikozda çökmesi midir? “Savunmacı örgütlenme” psikoza, çöküşe ya da ilkel azaba karşı bir savunma mıdır? Söylemek üzere olduklarım yine, Winnicott’un makalesinin satır aralarını kendi doldurmamdır. Benim fikrime göre “çöküş” kavramı anne-bebek bağının, bebeği yalnız ve ham bir şekilde var olmanın eşiğinde bırakacak biçimde çöküşüne atıfta bulunur. Bu durumdaki –yani annesinden kopmuş haldeki- bebek, ilkel ıstırap deneyimine dönüşebilecek bir deneyimin içine dalar. Fakat ilkel azabın deneyimlenmesi gerçekleşmez (ya da atlanıp geçilir), çünkü tüm varlığı tehdit edilen bebek, ilkel ıstırap deneyimini devre dışı bırakan bir savunma örgütlenmesini kusursuz bir biçimde kullanır. Dolayısıyla bana göre çöküş terimi, psikotik bir kırılma ya değil, anne-bebek bağındaki kırılmaya gönderme yapar. Psikoz, anne-bebek bağındaki kırılma deneyimine karşı savunmadan kaynaklanır.

Winnicott, izleyen cümlede bunu derinlemesine işler:

[Çöküşü deneyimlemiş bir kişinin] benliği, tüm görüngüleri kişisel tümgüçlülük alanında toparlayamayacak kadar büyük bir olgunlaşmamışlık halindedir. (s.91)

Bu makaleyi okurken hep burada kalakalırım. “Tüm görüngüleri kişisel tümgüçlülük alanında toparlayamamak” ne anlama gelir? Kişisel tümgüçlülük alanı nedir? Birey böyle kendi başına düşünmeye yetecek kadar olgun olduğu için mi tümgüçlülüğün bu biçimi “kişiseldir”? Winnicott, (“kişisel tümgüçlülük alanındaki”) bu türden düşünmeyi sağlıklı gelişimin bir parçası olarak gördüğünü açıkça ortaya koymaktadır.

Buradan sonraki görüşler, görüngüleri kişisel tümgüçlülük alanında toparlayamayan olgunlaşmamış benliğin beceriksizliğine ilişkin Winnicott ifadesini benim yorumlamamdır. “Kişisel tümgüçlülük” teriminin, birim konumuna ulaşıp kendi başına bir şahıs olmayı başarmış bir kişinin iç dünyasının arka zeminindeki duygu durumuna gönderme yaptığını düşünüyorum. Bu varsayım doğruysa, tümgüçlülük bu bağlamda, bebeği için dünyanın tam istediği ve ihtiyaç duyduğu gibi olduğu yanılsaması yaratabilmiş bir anne ile erken deneyimlerin içselleştirilmesi anlamına gelir. Her ne kadar anne (kolaylaştırıcı çevre), giderek artan ve bebeğin birim statüsüne ilerlemesini kolaylaştıran “eksi bakım ve farkındalıklı ihmal”[i] (Winnicott, 1949, s. 245) ihtiyacına karşılık verecek şekilde olgunlaşsa da, erken dönemde yaşanan “tümgüçlülük” deneyimi -dünyanın tam olması gerektiği gibi olduğu deneyimi- bireyin sağlıklı bilinçdışı iç dünyasının bir öğesi olarak kalır.

Aklında bu bilinçdışı kavramıyla Winnicott, makalenin girişinde ortaya atılan başka bir soruya değinerek devam eder: Çöküş, gelecekte “çöküş korkusu” olarak nasıl yerleşir? Winnicott’un bu soruya yanıtı, makalesinin en güzel yazılmış olduğunu düşündüğüm bölümünü oluşturur:

Burada sorulması gereken şudur: Hasta niçin geçmişe ait olan bu şey yüzünden [gelecekte ne olacağından korkarak] endişelenmeye devam etmektedir? Yanıtı şu olmalıdır: Benlik, ilkel azaba ait ilk deneyimi önce kendi şimdiki zaman deneyiminde ve şimdinin tümgüçlü denetiminde [annenin (analistin) benliği destekleyici yardımcı işlevi göz önünde bulundurularak] bir araya getiremediği takdirde, bu ilk deneyim geçmişin içine giremez.
 Başka bir deyişle hasta, henüz deneyimlenmemiş geçmişin ayrıntılarını aramaya devam etmek zorunda kalır. Bu araştırma, bu ayrıntıyı gelecekte de arama halini alır. (1974, s. 91, vurgular eklenmiştir.)

Dolayısıyla meydana gelmiş, fakat deneyimlenmemiş geçmiş olay, şimdiki zamanda (anne/analist ile) yaşanıncaya dek hastaya ıstırap çektirmeye devam eder. Ve yine de, sorduğu soruya Winnicott’un verdiği yanıtın güzelliğine rağmen, cevabını eksik buluyor um. Bana göre yaşamının erken dönemlerinde olmuş olanların önemli kısımlarını deneyimlememiş bir birey için tek motivasyon olmasa da esas motivasyonlardan biri, o kayıp kısımlarını talep edip, yaşanmamış (deneyimlenmemiş) yaşamının mümkün olduğunca çok miktarını kendi içinde çevreleyerek sonunda kendini tamamlama konusundaki acil ihtiyaçtır. Bunu evrensel bir ihtiyaç olarak okuyorum – her insan açısından, kendinden kaybettiklerini yeniden ya da ilk defa talep etme ve böylelikle hâlâ içinde potansiyel olarak duran kişi olma fırsatını yakalama ihtiyacı. Daha bütünlüklü biri olma potansiyelini gerçekleştirme çabası, bebeklik ve çocuklukta dayanılması çok zor olan ve kendiliğin önemli yönlerinin kaybına götüren acıyı (çöküşü ve çöküşten kaynaklanan ilkel azabı) deneyimle- meyi de içerdiği halde kişi bu talepte bulunur.

Bu olayları bebeklikte vuku bulduğu sırada deneyimlemek ile analizde bir hasta olarak deneyimlemek arasında iki önemli fark vardır: Hasta, artık bir yetişkindir, bebek ya da çocuk değildir ve bunun sonucunda bir ölçüde daha olgun bir kendilik örgütlenmesi vardır; daha da önemlisi, hasta onun ve kendisinin çöküş ve ilkel ıstırap deneyimlerini taşıyabilen bir analistleyken yalnız değildir.

Bana göre değişen ölçülerde hepimiz, yaşamımızın erken dönemlerinde anne-bebek bağında önemli çöküşler içeren ve psikotik savunma örgütlenmeleriyle karşılık vermiş olduğumuz olaylar yaşamışızdır. Psikolojik açıdan başkalarına (ve bazen kendimize) ne kadar sağlıklı görünürsek görünelim; neşeyi deneyimlemek olsun, çocuklarımızdan birini ya da hepsini sevme beceri si olsun, bizim için çok önemli şeylerden vazgeçecek derecede cömert olma yetisi olsun, bizi derinden incitecek bir şey yapmış birini (kendimizi de) affetme yetisi olsun veya sadece içimizdeki ve etrafımızdaki dünyaya dair farkındalık hissetmek olsun; deneyimlerimizin farkına varamadığımız önemli pek çok durum olduğunun- hepimiz acıyla farkındayızdır. Bunlar, biz bebek veya çocukken olmuş çöküşleri yaşayamamış olmamızdan kaynaklanan sayısız coşkusal kısıtlamadan birkaçıdır. Bu sınırlamalardan her biri, yaşanmamış hayatımızın bir yönüdür; bir zamanlar olduğumuz ve deneyimleyemeden olmaya devam ettiğimiz şeydir. Hepimizin, yaşayamadığımız belirli deneyim alanlarımız vardır ve bu kayıp deneyimlerin, kendiliğimizin kayıp kısımlarının arayışıyla yaşarız.

Analizin büyük bir kısmının esas olarak, analistin aktarım-karşıaktarım içinde hastanın yaşanmamış hayatını yaşamasına yardım etmesi olduğu düşünülebilir. Analistin hastaya benim, hayatının yaşanmamış yönleri olarak tanımladığım şeyi deneyimleme becerisi için nasıl olanak sağlayabileceğini Winnicott şöyle tanımlar:

Eğer hasta bu bir tür tuhaf gerçeği, yani henüz deneyimlenmemiş şeyin aslında geçmişte olmuş olduğunu bir ölçüde kabul etmeye hazırsa, o zaman azabın, analistin başarısızlıkları ve hatalarına tepki olarak aktarım içinde deneyimlenmesinin yolu açılmış demektir. Başarısızlıklar ve hatalar aşırı olmayan dozlarda ele alınabilir ve hasta, analistin her teknik başarısızlığını karşıaktarım olarak açıklayabilir. Başka bir deyişle, aşamalı olarak hasta, kolaylaştırıcı çevrenin ilk yetersizliğini kendi tümgüçlülük alanında ve bağımlılık durumuna (aktarım olgusuna) ait olan tümgüçlülük deneyiminde bir araya getirir. (s.91)

Winnicott burada, analizin nasıl işlediğine dair kendi görüşünü birkaç kelimeyle sunmaktadır: Çöküş deneyiminin geçmiş zamana dönmesi için bi- rey, (o sırada) olmuş olan deneyimi, aktarımda (şimdi) yaşamak zorundadır. Bunun analizde gerçekleşme biçimi, hasta ile analistin bir deneyimi zaman içinde birlikte yaşamaları vasıtasıyla olur; başarısızlık deneyimi analist bakımından önemlidir, ama hastanın tahammül edebileceğinden daha fazla olma-malıdır. Winnicott, analistin çöküş deneyiminin, hastaneye yatırılmayı gerektirmeyecek şekilde terapi odasında kapsanması için çaba göstermesi gerektiği konusunda nettir. Ayrıca çöküş deneyimi, “hasta açısından analitik anlayış ve iç görü içermezse yeterince iyi değildir.” (s.92) Winnicott, katarsise dayalı bir tedavi tasavvur etmez. Psikolojik büyüme, anne/analistin tam bir bağımlılık durumunda yaşanan yetersizliğinin analizde deneyimlenmesi ve anlaşılması vasıtasıyla gerçekleşir. Paradoksal olarak analist, aynı anda hem hasta ile analist arasında bir bağımlılık dönemi sırasında oluşan bağı anlamlı bir şekilde kopararak hastayı hayal kırıklığına uğratmalıdır hem de güncel çöküş deneyimini hasta ile birlikte yaşayarak ve onun çöküş deneyimini anlaması sağlayarak hastayı hayal kırıklığına uğratmamalıdır.

KLİNİK ÖRNEKLER

“Çöküş Korkusu”nda Winnicott, sadece dört kısa klinik anlatım sunar. Bunların birinde boşluğu tartışırken (s. 93-5), boşluk ya da çöküş korkusu deneyimlemek yerine “dolaylı türden bir deneyim getiren” bir hastayla çalışmasını anlatır (s. 94). Winnicott’un gözünde, “henüz deneyimlenmemiş” boşluğun altında yatan ruh hali, “bir şeyler olmuş olabilir” duygusundan ibarettir, (s. 94)

Benim vereceğim iki klinik örnekte odak noktam, Winnicott’un boşluk tartışmasında olduğu gibi, çöküş korkusunun kendisini, geçmişte gerçekleşmiş bir çöküşün geleceğe yansıtılması olarak nasıl gösterdiği üzerine olmayacak. Bunun yerine, bebeklik ve çocukluktaki anne-bebek bağının çöküşünün bireyin yaşamının yaşanmamış kısımlarını oluşturarak! nasıl kendilikteki tamamlanmamışlık duygusu şeklinde süregiden bir varlığa dönüştüğüne odaklanacağım (tıpkı Winnicott’un ileri sürdüğü “henüz deneyimlenmemiş” boşluğun kendisini şimdiki zamanda “bir şeyler olmuş olabilir” duygusuyla gösterdiği fikrine benzer şekilde [s. 94]).

Kuramı tartışmakla başlayıp şimdi klinik malzeme sunumuyla devam eden bu makalede, hastanın hiç hayat bulamamış, hiç yaşanmamış (ve dolayısıyla yalnızca kendiliğin potansiyel bir yönü olarak süregiden) kayıp kısımlarını yakalama konusundaki temel ihtiyaçlarını nasıl anladığımı ve bunlarla nasıl çalıştığımı aktarabilmeyi umuyorum. Örnekte göstereceğim gibi, hastanın kayıp” (yani gerçekleşmemiş) yönlerini deneyimlemesine yardım etmekte esas olan şey, hastanın geçmişin yaşanmamış olaylarını ilk defa deneyimlemek üzere gösterdiği çabanın en belirsiz ve en olmadık biçimlerini tanıyıp değer veren analitik bir yaklaşımdır.

Tartışacağım ilk klinik deneyim, çocukken ciddi derecede ihmal edilmiş bir kadın hastayla haftada dört seans olarak yürüttüğümüz bir analizde gerçekleşmiştir. Hastanın annesi depresyondaydı -çoğu zaman yataktan çıkamazdı- babası ise hasta iki yaşındayken aileyi terk etmişti.

Bu uzun analiz sırasında Bayan L, tekrar tekrar, aşkına karşılık verir görünen, fakat hemen ardından ona hiç ilgi göstermemiş gibi davranan adamlara “âşık oldu”. Araba almak için bir süre vakit geçirdikten sonra, Bayan L bana, otomobil galerisindeki bir satıcının onunla çok sevecenlikle konuştuğunu söyledi. Test sürüşüne çıktıklarında, adam Big Sur kıyılarından giden yolda araba sürmenin ne kadar eğlenceli olacağından bahsetmişti.

Arabayı aldıktan sonra Bayan L, satıcıyı görmeye tekrar galeriye gitti Adam onunla birkaç dakika konuştuktan sonra, galeriden içeriye giren “her hangi biriyle” konuşmak için “onu bırakıverince” Bayan L, kim bilir kaçıncı kere kendini “ezilmiş” hissetti. Hasta, bu ziyaret sırasında onun tarafından “görmezden gelindikten” sonra “onun ikiyüzlülüğünden dolayı mahvolmuştu”. İzleyen iki hafta boyunca Bayan L, satıcıyı görmek için arabasını her gün bayinin karşısına park etti. Sonraki aylarda hasta, o adamı ne kadar özlediği dışında çok az şey düşünebildi.

Satıcıyla yaşadığı, onu hayal kırıklığına uğratan, çıldırtan ve aşağılayan deneyim ile her seans sonunda, hafta sonları ve tatile gittiğimde benim de onu tekrar tekrar bıraktığım duygusu arasındaki muhtemel bağlantıyı Bayan L’yle konuştum. Bu iddia Bayan L’yi çileden çıkardı; bunun üzerine beni “ilişkide olduğu” adamın ona hakiki bir ilgi göstermiş olduğuna inanmamakla suçladı. İnancına meydan okumadım, aktarımı yorumlamakta da ısrar etmedim.

Satıcıya karşı hissettikleri ile benimle ilgili duygularının benzerliği hakkında Bayan L’yle konuşurken bile yorumlarımın basmakalıp ve formül gibi olduğunu deneyimledim. Bence Bayan L yorumlarıma karşı çıkmakta yerden göğe kadar haklıydı – yorumlarım “raftan alınmış” gibi gayri şahsiydi, sadece ona ve ikimizin arasında bilinçli ve bilinçdışı düzeylerde olan bitene göre özel biçilmemişti. Bayan L’nin yardımıyla onunla bu konuşma biçimime bir son verdim.

O zaman, Bayan L’yle seanslarımızda dikkatimi bende uyanan her türlü düşünce ve duyguya (kendi hayalleme deneyimime) verebilmek için zihnimi “serbest bırakmaya” çalıştım. Fakat düşüncesizce yaptığım aktarım “yorumlarını” izleyen aylar boyunca, yeni yöntemimin de önceden hazırlanmış başka bir “analiz tekniği” olduğunu fark ettim. Kendimi özgürlüğe ve düşüncenin canlılığına bırakamıyordum. Yavaş yavaş fark etmeye başladım ki Bayan L ile benim aramda olanlarla ilgili en hakiki şey, her ikimizin deneyiminin de steril olmasıydı.

Böyle steril bir analizle birkaç ay daha geçirdikten sonra Bayan L’ye Şöyle dedim: “En başta bana geldiniz, çünkü bir erkek tarafından reddedilmiş olmaktan ve sonra sizin deyiminizle onun “peşini bırakmayarak” durumu kendiniz için daha da kötü hale getirmiş olmaktan dolayı kendinizi aşağılanmış hissetmiştiniz. Bu sizi şaşırtabilir ama, içinizde bu adamların peşini bırakmamanıza neden olan şey her neyse, onun en sağlıklı tarafınız olduğuna inanmaya başladım.”

Bayan L: Benimle dalga mı geçiyorsunuz?

Analist: Hayır, hiç bu kadar ciddi olmamıştım. Konuştuğumuz gibi, siz çocukken kendi kendinizi yetiştirmek durumunda bırakıldınız: babanız sizi terk etti, anneniz sizden elini çekti. Fakat hayal ürünü kişilerden oluşan dünyanız hakiki ebeveyn ve arkadaşlarla yaşanan hakiki bir çocukluğun yerini tutmaya yetmiyordu. Olduğu gibi görülme arzusunda olan küçük bir çocuk iken sevgi yoksunluğundan öldüğünüzü söylemenin abartılı bir ifade olmayacağını düşünüyorum. Siz caddenin karşı tarafından araba satıcısını seyrettiğinizi söylediğinizde, kayıp kişiyi bulana kadar pes etmeyen kendini adamış bir dedektif gibi olduğunuz hissine kapıldım.

Bayan L: Bir süredir benden vazgeçtiğiniz, sırf işin içinden nasıl çıkacağınızı bilmediğiniz için beni görmeye devam ettiğiniz hissiyatındaydım.

Bayan L’nin en son ne zaman bu kadar dürüst ve kişisel gelen bir şey söylediğini anımsayamadım. Şöyle dedim: “Bu yüzden size, onun peşini bırakmayan tarafınızın en sağlıklı tarafınız olduğunu düşündüğümü söyledim. O tarafınız kendinizden ümidi kesmeyen tarafınız; gerçek biriyle bir aşk ilişkisi yaşayıncaya kadar, sevginizi verdiğiniz kadar güçlü geri alıncaya kadar, sizden ümidi kesmeye yanaşmayan tarafınız.”

Bayan L: O benim en utandığım tarafım. Başka ne yapacağımı bilmez halde arabamda oturup bir adamı seyrederken kendimi acınası hissediyorum.

Analist: O adamın peşine düşmenin sizi canlı tutan, hayata bağlayan bir ipe sıkıca tutunmanın bir yolu olduğunu düşünüyorum. Bunun alternatifi kendinizi ölmeye bırakmak olurdu; ya sahiden ya da zombi gibi yaşayarak.

Bayan L: Küçükken zombilerden çok korkardım. Örümceklerden, yılanlar dan, vampirlerden ya da seri katillerden değil, ama zombilerden ödüm bokuma karışırdı.

Bayan L ilk defa argo kullanıyordu ve şimdi kullanmasının önemini ikimiz de ıskalamamıştık. Bana göre argo kullanması, hastanın düşünme öz-gürlüğünün ve düşüncelerini, duygularını söyleme özgürlüğünün hakikaten gevşediğini yansıtıyordu. Yaşayan bir ölüye dönüşmekten ne kadar korktuğunu bana anlatmasıyla, eskiden steril olan analitik alana, tabiri caizse, bok atabiliyordu.

A: Bağırsaklarımdaki boku yok ederseniz i leşine kötü kokutan bakterilere muhtaçtır.

Bayan L’nin sesi bana şunları söylerken daha az katıydı: “Sizin ‘bok’ kelimesini kullandığınızı duymak komik. Hoşuma gitti. Kuralları yıkan okul çocukları gibi olduğumuz ve bunu benden başka kimseyle yapmadığınız hissini veriyor. Tuhaf olanı, analizden atılma korkusu duymuyorum.”

Bunu izleyen dönemde Bayan L ile yaptığımız çalışmada, az önce tanımladığım türden canlılık seanslarda varlığını korurken, Bayan L’nin benim onu yönlendirdiğime dair yoğun korku dönemleri buna eşlik etti. Onunla “bir analiz oyunu” oynadığımdan, olanları hiç istifimi bozmadan dışarıdan seyrederken, aramızda olanları ciddiye alması için onu kandırdığımdan korktuğunu söyledi. Suçlamaları beni bir ölçüde ve alışık olmadığım bir biçimde yaralıyordu. Bayan L’yi seviyordum ve hem kendimle hem de onunla (analisti rolünde) olabildiğimce dürüst olduğumu hissediyordum.

A: Beni manipülatif olmakla suçladığınızda bana, görülmemenin, görünmez olmanın nasıl bir his olduğunu düşünüyorum. Var olmadığınız noktaya kadar, hatta kendinizin bile göremeyeceği kadar görünmez olmanın nasıl bir his olduğunu biliyorsunuz, hem de bilmek istediğinizden daha fazlasını biliyorsunuz.

Bayan L, o seansın geri kalanında bana kendini üzgün hissettirecek biçimde sessiz kaldı.

Şimdi geri dönüp Bayan L ile çalışmanın o dönemine baktığımda, çok uzun bir zaman boyunca coşkusal açıdan steril sürdürdüğümüzü görüyorum. O yıllar boyunca ya birimiz ya diğerimiz, aramızdaki durumları (örneğin, “önceden paketlenmiş aktarım yorumları ve hay aileme deneyimleriyle bir analiz deneyimim taklit etme çabalarımı) fark ederek kaçmayı deneyebilirdi. Sterilliğe rağmen (yaşayan, nefes alan, dışkılayan bir insan olarak onun yokluğuna rağmen) devam ettik, çünkü belki de başka bir şey olmadan önce birlikte bunu deneyimlememiz gerektiğini bir şekilde biliyorduk. Onun küçükken ölmüş olduğu fikrinin doğruluğunu, ancak benimle birlikte analizin cansızlığını deneyimledikten sonra -ve kendisini buna karşı elinden hiçbir şey gelmeyecek kadar güçsüz hissettikten sonra- hissedebilirdi. Ancak o zaman, şimdiki anda deneyimlediklerimizi ifade edecek kelimeleri bulabildik – her ne kadar “bok” gibi kelimeler gelip bizi bulmuş gibi olduysa da.

Bu klinik deneyimi düşünürken, Bayan L’nin analizinde olanları anlama biçimimin, Fairbairn’in (1944) klinik çalışmamda faydalı bulduğum bazı fikirlerinden (Ogden, 2010) hangi yönde farklılaştığı sorulabilir. Bilinçdışı içsel nesneler arasındaki bağımlı bağlanmalar bakımından anladığım hastalarla deneyimlerim olmuştur; örneğin Fairbairn’in “libido benliği” ile “heyecanlandıran nesne” kavramları arasında ve “içsel sabotajcı” ile “reddeden nesne” kavramları arasında olduğu gibi. Fairbairn’in bağımlı içsel nesne ilişkileri kavramı ile Bayan L’nin zorlantılı “peşine düşme” davranışını anlama biçimim arasında önemli bir fark olduğunu söyleyebilirim. Fairbairn’in içsel nesne dünyası, anne ile tatmin edici olmayan nesne ilişkilerinde yaşanmış deneyimlerin içselleştirilmiş bir hali olarak yapılandırılır. Aksine Bayan L’nin bilinçdışı dünyası ise öncelikle, anneyle tatmin edici olmayan erken dönem nesne ilişkilerinin yaşanmamış deneyimi ile biçimlenmişti. Bayan L’nin yaşanmamış hayatını talep etmeye dair amansız kararlılığı, onun hastalığının belirtisi olan (peşine düşme) etkinliğine yön veren itici güç olmuştu. Peşine düşme davranışında Bayan L, geçmişte ve şimdi, hayatının ve kendisinin yaşanmamış, deneyimlenmemiş yönlerini azimle arıyordu.

Bana öyle geliyor ki, Bayan L gibi çöküş korkusunu en aşırı biçimlerde deneyimleyen hastalar, yaşam deneyimlerinin çoğunu yaşayamadıkları (yaşayabilecek kadar farkında olamadıkları) gerçeği altında kendilerini ezilmiş hissederler. Böyle hastalar kendilerini canlı hissetmeyi –hatta güneşin yumuşak sıcaklığını tenlerinde hissetmekten keyif almayı bile- eziyet veren bir acı olarak görürler, çünkü kendilerini canlı hissetmeleri, hayatlarının nasıl yaşanmamış olduğunun farkına varmalarının acısını depreştirir. Genellikle, hayatlarının ellerinden alınmış olmasından ve artık asla geri alamayacaklarından dolayı bir burukluk hissederler. Gördüğüm kadarıyla bu acı, genellikle fiziksel acıyla (sıklıkla gerçek bir fiziksel hastalığın parçasıdır bu) coşkusal acının bir karışımı halini alır.

Yaşanmamış deneyimlerin acısının büyük bir kısmı, Bion’un (1948- 1951) “ön-zihinsel durum” (s. 154) adını verdiği biçimde bedende sakladığına göre, bir hastayla çalışırken o acıyı bilinçdışımda anlamamın da, genellikle kendi bedensel deneyimlerim şeklinde olması şaşırtıcı değildir. Böyle bir has- ta olan Bayan Z ile çalışırken bir dönem, hastanın seanslarında başlayıp sonraki hastanın gelmesiyle yatışan, iç kemirici bir fiziksel açlık duyardım. Bayan Z’nin kendi yaşanmamış yaşamının ikamesi olarak beni kullandığını (beni içe aldığını) anlamak hayli zaman aldı.

Analizin başlarında Bayan Z bana, komşusu ona bölgedeki belli bir restoranı beğenip beğenmediğini sorduğunda, orada defalarca yemek yemiş olduğu halde hiç orada bulunmadığını söylediğini anlatmıştı. Şimdi dönüp geri baktığımda Bayan Z, bu hikâyeyi anlatırken her ikimizin de o sırada bilmediğimiz bir gerçeği söylüyordur. Sıklıkla restorana gitmiş, fakat orada olma deneyiminin farkında olmadığı için asla gerçekten orada olmamıştı.

Yıllar sonra bana, analizin o ilk yıllarında, haftada beş kez olan seanslarımızın her birinden sonra günlük yazdığını söyledi, fakat kendi söylediklerinin tek kelimesini yazmamış, sadece benim söylediklerimi kaydetmişti. Bayan Z’nin analiz günlüğündeki yokluğunun, kendi var olmayışını, yaşamdan kopma biçimindeki kendi çöküşünü kaydetmenin bir yolu olduğunu anladım.

Analiz çok zordu ve Bayan Z’nin deneyimlerinin farkına varmaya başlamasına yardım ettiğimden hiç emin değildim. Yıllar süren analiz çalışmasından sonra analizi bitirme konusunu gündeme getirdim. Bana göre, hayatım yaşayışında değişiklik yapmasına artık yardım edemediğimi ve başka biriyle çalışmaktan fayda sağlayabileceğini hastaya söyledim.

Bayan Z şöyle karşılık verdi: “İkimizden biri ölmeden bu analizi bitirebileceğimizi hiç düşünmemiştim. ” Her ikimizin de pek çok bakımdan aslında ölü olduğumuzu düşündüm, ama söylemedim. Devam etti: “Aslında analizin değişimle ilgisi olduğunu hiç düşünmedim.” Bayan Z’ye göre değişim, hiçbir anlam taşımayan bir kavramdı. Ölüler değişmezdi ve o da ölüydü. İkimizden biri fiziksel olarak ölmedikçe (aslında her ikimiz de analizde zihinsel olarak ölmüştük) analizi bitiremezdik.

Analizi bitirme fikrini gündeme getirişimin, hastanın ölülüğünü, benim onunla birlikte ölülüğümü ve analizin ölülüğünü konuşmamızı sağlayan kuvvetli bir itici güç yaratması benim için sürpriz oldu. Analizi bitirmeyi gündeme getirdiğim seanstan sonrakinde Bayan Z, bitirmeden önce hayatında başarmak istediği şeyler olduğunu söyledi: Evlenmek ve araştırmasını bitirip kitap olarak bastırmak istiyordu. Analizin sonraki yıllarında Bayan Z bu hedeflerin hepsine ulaştı. Evlenmenin, evliliği yürütmekten farklı olduğunu ve bu amaca ulaşmak istiyorsa biz bitirdikten sonra da önünde büyük bir çalışma olduğunu onunla konuştuk. Benim konuyu açmamdan beş yıl sonra analizi bitirdik.

Birlikte çalışmamızı bitirdikten sonraki yıllarda Bayan Z, aşağı yukarı yılda iki kere bana yazdı. Bu mektuplarda analizi bitirmemizin rastgele olmadığını hissettiğini söylüyordu; ne zaman ve nasıl sonlandırdığımız artık ona bir anlam ifade ediyordu. Benden ödünç alınmış ya da çalınmış bir hayatı değil, artık kendi hayatını yaşaması şarttı. Artık hayatını, o ne yapmak isterse yapabileceği kendi hayatı gibi hissediyordu ve “hayatını bir kalemde çizmeden” onu bu gerçeğe uyandırdığım için bana minnettardı.

Bayan Z’nin bilinçli bir ölüm korkusu deneyimlediğini sanmıyorum, çünkü zaten önemli ölçüde ölüydü. Bayan Z’ye göre ölü olmak kendisini, kendi hayatında mevcut olmamak, kendini hem henüz yaşanmamış geçmişi şimdide deneyimlemenin acısından, hem de kendiliğinin önemli parçalarının “eksikliğini” (kelimenin her iki anlamıyla)* fark etmenin acısından korumanın bir yoluydu.

Çeviren: Şeyda Sunar Postacı


KAYNAKÇA

Abram, J., (2012), “On Winnicott’s clinical innovations in the analysis of adults”, Int J Psychoanal’, 93: 1461-73.

Bion, W., (1948-51), “Experience in groups”, Experiences in groups and other papers içinde 29-141, New York, NY: Basic Books

– (1962), Learnings from experience, New York, NY: Basic Books.

De M’Uzan, M., (1984), “Slaves of quantity”, Psychoanal Q, 72: 711-25, 2003.

Faimberg, H., (2007), “A plea for a broader concept of Nachtrâglichkeit”, Psychoanal Q, 76: 1221-40

– (2013 [1998]), “Nachtrâglichkeit and Winnicott’s ‘Fear of breakdown”’, editör Abram

J., Donald Winnicott today içinde, 205-12, Londra: Routledge.

Fairbairn, WRD., (1944), “Endopsychic structures considered in terms of object-relationships”, Psychoanalytic studies of the personality içinde, 82-132, Londra:

Routledge &Kegan Paul, 1952.

Freud, S., (1917), “Mourning and melancholia” , SE 14, 242-58.

– (1918), “From the history of an infantile neurosis” , SE 17, 7-121.

Gaddini, R., (1981), “Bion’s ‘catastrophic change’ and Winnicott’s ‘breakdown choanal, 27; 610-21. ‘:

Green, A., (2010), “Sources and vicissitudes of being in D.W. Winnicott’s work” , Psychoanal Q, 79: ;lM36. , :

Klein, M., (1946), “Notes on some schizoid mechanisms”, Envy and gratitude and other

Works içinde, 1-24, New York, NY: Delacorte Press/Seymour Laurence, 1975.

Laplanche, J., Pontalis, J-B., (1973), The language of psycho-analysis, Nicholson-Smith, D., çevirmen, New York, NY: Norton.

Loewald, H., (1979), “The waning of the Oedipus complex” , Papers on psychoanalysis içinde, 383-404, New Haven, CT: Yale UP, 1980.

McDougall, J., (1984), “The ‘dis-affected’ patient: Reflections on affect pathology”, Psychoanal Q, 53: 386-409.

Ogden, TH., (2001), “Reading Winnicott” , Psychoanal Q, 70: 299-323.

—, (2002), “Nesne ilişkileri teorisinin kökenlerinin yeni bir okuması” , Int J Psychoanal, 83: 767-82.

—, (2004a), “An introduction to the reading of Bion”, Int J Psychoanal, 85: 285-300.

—, (2004b), “Bu psikanaliz sanatı: Düşlenmemiş rüyalar ve kesintiye uğramış çığlıklar görmek”, Int J Psychoanal, 857-77. -”[“‘0

—, (2006), “Reading Loewald: Oedipus reconceived”, Int J Psychoanal, 87: 651-66.

—, (2007a), “Reading Harold Searles”, Int J Psychoanal, 88: 353-69.

—, (2007b), “Elements of analytic style: Bion’s clinical seminars”, Int J Psychoanal, 88: 1185-200.

—, (2010), “Whyread Fairbairn?”, Int J Psychoanal, 91: 101-18. (“Fairbairn Neden Okunmalı?”, ed. B. Habip, çev. A. Day, Uluslararası Psikanaliz Yıllığı 2011, İstanbul: Sel Yayıncılık.) ; ^

—, (2011), “Reading Susan Isaacs: Toward a radically revised theory of thinking”, Int J Psychoanal, 92: 925-42. (“Susan Isaacs’ı Okumak: Kökten Gözden Geçirilmiş Bir Düşünme Kuramına Doğru”, ed. B. Habip, çev. N. Erdem, Uluslararası Psikanaliz Yıllığı 2012$ İstanbul:Selffaymcıhk.).

Winnicott, C., (1974), “Editorial note, Fear of breakdown, D.W. Winnicott”, Int Rev Psychoândl, 1:102.

—, (1980), “Fear of breakdown: A clinical example”, Int J Psychoanal, 61: 351-7.

Winnicott, C., Shepherd, R., Davis, M., editörler, (1989), Psych o analytic explorations, Gambridge, MA: Harvard UP. , ‘

Winnicott, DW., (1949), “Mind and its relation to the psyche-soma”, Through paediatrics to psychoanalysis içinde, 243-54, New York, NY: Basic Books, 1958.

—, (1960), “The theory of the parent-infant relationship”, The maturational processes and the facilitating environment içinde, 33-55, New York, NY: International UP, 1965.

—, (1963), “From dependence towards independence in the development of the individual”, The maturational processes and the facilitating environment, 83-92, New York, NY: International UP, 196 t c

—, (1967), “The use of an object and relating through identification”, Playing and reality içinde, 86-94, New York, NY: Basic Books, 1971.

—, (1971), “Basis for self in body”, Winnicott, C., Shepherd, R., Davis, M., editörler, Psychoanalytic explorations içinde, 261-71,1989, Cambridge, MA: Harvard UP.

—, (1974 [1971]), “Fear of breakdown”, Winnicott, C., Shepherd, R., Davis, M., editörler, Psychoanalytic explorations içinde, 887-95, Cambridge, MA: Harvard UP, 1989


Dipnotlar

[1] Çöküş Korkusu” ile ilgili bu tartışma, çığır açan analitik yazılar üzerine çalışmalar sunduğum bir dizi makalenin dokuzuncusudur. Daha önce Freud, Winnicott, Isaacs, Fairbairn, Bion, Loewald ve Searles’ın (Ogden, 2001, 2002, 2004a, 2006, 2007a, 2007b, 2010, 2011) eserlerini tartışmıştım.

[2] Winnicott’un “Çöküş Korkusu”nu ne zaman yazdığıyla ilgili bazı belirsizlikler vardır. Bayan Clare Winnicott (1974), makalenin International Review of Psychoanalysis’te yayımlanan ilk basımında editör notu olarak şöyle yazar: “Bu makale, Donald Winnicott’un (1971’deki) ölümünden kısa süre önce yazıldığı için ölümünden sonra basılmıştır ve o esnadaki klinik çalışmaya dayanan ilk yoğunlaştırılmış ifadeleri içermektedir. Bu klinik bulguların makalenin içerdiği ana fikir etrafında formüle edilmesi önemli bir deneyimdi. Klinik ilginin derinliklerinden bilinçli kavrayışa doğru bazı şeyler yüzeye çıktı ve tüm bir klinik uygulama alanında yeni bir yönelim oluşturdu. Niyet, makaledeki özgün konuların bazılarını daha ileri bir çalışmayla ele almak ve daha ayrıntılı yazmaktı, ancak zaman bu çalışmasının yapılmasına el vermedi.” (s. 103) Winnicott’un yayımlanmış ve yayımlanmamış eserlerinin bir seçkisi olan Psychoanalytic Explorations,da (Psikanalitik Keşifler) (Winnicott ve ark, 1989), Clare Winnicott’un da içinde olduğu editörler, “Çöküş Korkusu”nu “1963’te yazılmıştır?” şeklinde tarihlendirmişlerdir. Kendi okumam ise beni, Winnicott için çok önemli bir konu üzerine yazılmış bu makalenin müsvedde benzeri yapısının, makalenin Winnı- cott’un ölümüne yakın bir zamanda yazıldığını söyleyen Clare Winnicott’un (1974) ifadesini desteklediğine inanmaya yöneltiyor.

[3] “Nesne Kullanımı” makalesinde Winnicott, genelde olgun nesne ilişkilerini belirten nesneyle iliş- kiienme terimini, nesnenin “bir yansıtmalar yığını” olduğu (1967, s. 88) ilkel ilişkilenmeye atfen kullanır. Genellikle diğer kişiden çıkar sağlamak anlamına gelen nesne kullanımı terimini ise, kişi­nin ötekini kendisi gibi bir özne olarak tanıdığı ve öteki kişinin, onun ruhsal tümgüçlüliik alanının ötesinde olduğu gerçeğini anladığı, daha olgun bir nesne ilişkisi biçimini belirtmek için kullanır.

[4] Çöküş Korkusu” üzerine pek çok şey yazılmıştır. Kendi okumamı diğerleriyle karşılaştırmak bu makalenin kapsamı dışındadır. Metni tartışan makale ve kitaplar arasında birkaç tanesi bu maka­lede odaklandığım yönler üzerinde zihnimde belirgin bir öneme sahiptir: Abram (2012), Gaddini (1981), Green (2010) ve C. Winnicott (1980).

[5] Bana göre Winnicott, bu makalede çöküş kavramının kaynağını “kolaylaştırıcı çevrenin yetersiz­liğine” atfettiğinde kavramı basite indirgemektedir. Her daim bir çocuk doktoru olan Winni- cott’un, kolaylaştırıcı çevrenin yetersizliğinin tersine; ne denli iyi annelik (kolaylaştırıcı çevre) edi­lirse edilsin bebeğin onu avutulamaz kılan aşırı duyarlığı gibi, ciddi ve/veya kronik fiziksel hasta­lığı vs. gibi, gediklere yol açan sayısız katkıyı bilmezden gelmesi tuhaftır.

[6] “Çöküş Korkusu” (ve genel olarak Nachtraglichhkeit’taki) geçmiş ile şimdi arasındaki ilişkiye dair tartışmaya önemli bir katkı yapar. Geçmişteki bir olayı şimdide ilk olarak deneyimlemenin –iki yönlü bir hareket” içerdiğini düşünür: “Bu hareketlerden biri geleceği öngörmeyi (ilkel azabı), diğeriyse (analistin sözleriyle) geçmişi anımsamayı içerir.” (2013, s. 208) Faimberg’in “iki yönlü bir harekette” faaliyette bulunan “geleceği öngörme” ve “geçmişi anımsa­ma” fikri bana göre, henüz deneyimlenmemiş geçmişin şimdiki zamanda deneyimsel bir durumu “aramasına” ve aynı zamanda şimdiki zamanın, mevcut durumda eksik olanı geçmişte araması­na” dair bir anlam ifade etmektedir.

[i] Winnicott’a göre, “yeterince iyi” annelik sayesinde gelişen bebeğin zihinsel etkinliği, annenin eksikliklerine, hatta eksi bakıma ve farkındalıklı ihmale izin verebilir. Böylece bebeğin zihinsel etkinliği, “yeterince iyi” çevreyi mükemmele, göreceli uyum başarısızlığını ise uyum başarısına çevirir -ç.n.