Dünya Ağrısı, Ayfer Tunç’un okuduğum ilk kitabı. Hikayenin ana mekanının otel, baş kişisinin de gayet bunalımlı bir otelci (Mürşit) olması romanın hemen başında Anayurt Oteli’ni anımsattı ve açıkçası bu durum beni hikayeden biraz soğuttu. Fakat okumaya devam edince kısa zamanda düşüncem değişti.
Düşüncemi değiştiren birinci sebep, otele gelip giden ve öykünün etrafında dolaşan, bazen merkezine girip çıkan tiplerin çok gerçekçi olmasıydı. Öyle ki aklımda en çok yer eden bu insanlar oldu. Mesela Kibar: Bir çok yazarın sadece bir dekor olarak kullanacağı otel çalışanı Kibar, roman biterken beni en çok etkileyen karakter oldu. Şükran, Cuma, Pehlivan, Özgür, Elvan ve hatta Arzu’ya kadar bir çok yan karakter romanı bence tutup kaldıran kişiler olmuş. Onların hayat karşısındaki tutunuş(ya da tutunamayış)ları ana hikayeyi güçlü kılan sebeplerden biri. Tabii bu tamamen öznel bir tespit.
Aslında bir tür yalnızlık arazı olan, Mürşit’in tabiriyle “dünya ağrısı” (insanın içinin ağrıması), romanın sonunda geçmişte yaşanan olaylar üzerinden nedenselleştirilmiş ve hem Madenci hem de Mürşit’de bu nedensellik suçluluk duygusuna bağlanmış. Bunun toplumsal bağlamı da kurulmuş ama o kısmı beni çok tatmin etmedi (öykünün içinde yeterince gömülü değildi, yüzeye çıkıp sırıtıyor bazı yerlerde).
Genel olarak durumların olaylara bağlanması beni biraz rahatsız etti…
Özellikle Mürşit’te, yalnızlık durumu epeyce derinden ve çok iyi anlatılmış. Başta yaşadığım “gene mi bunalım” ön yargımı tamamen dağıtıp beni kendi ağrılarımla yüzleştiren bir karakter oldu Mürşit. Ki bu da romanı çok sevmemin ikinci sebebiydi. Madenci’yle de bu tür bir yakınlık kurabildim okurken ama iki karakterin de ağrılarının geçmişte işlenen günahlara neredeyse direkt bağlanması, her ne kadar bu günahların hem bireysel hem de toplumsal suçlarla ve suçluluk duygusuyla ilişkisi kurulmuş olsa da bende biraz hayal kırıklığına sebep oldu.
Madenci kendi suçluluk duygusunun Arzu’yu kendinden (dolayısıyla hayattan) koparması olduğunu itiraf ederken bununla yüzleşmek yerine Arzu’nun ağrısının “sebebi” olan babasını öldürüyor. Mürşit’in ağrısı ise önce “yolcu olmak isteyip hancı olmak zorunda kalması”na bağlanır gibi oluyor; hikaye ilerledikçe bu durum biraz düzelir gibi oluyor (beni en çok kızı Elvan’la ilişkisi etkiledi) ama sonunda hafızada bastırılmış bir çocukluk günahıyla hikaye tamamlanıyor.
Tamam, haksızlık ediyorum, bu kadar sığ bir ilişki değil… Sanırım, beni çok etkileyen Mürşit’in yalnızlığının somut bir olaydan kaynaklanıyormuş gibi görünmesine bozuldum. Bilemiyorum, belki de linç olayının anlatımını sorunlu bulmamın da etkisi vardır bunda. Cumhur karakteri biraz karikatür gibi geldi bana, yani saf kötülük gibi. Keza Arzu’nun babası da öyle. Bu iki kişi romanda en olmamış dediğim kişiler. İkisi de insanın (ve toplumun) karanlık tarafının simgesi olsun diye çizilmiş sanki. Tabii bu ister istemez inandırıcılığı azaltıyor. Elbette ki Arzu’nun babası da, Cumhur da gündelik hayatta karşılaşabileceğimiz tipler. Ama bu insanlara “sapık”, “zorba” diyerek geçmek, bir romancı için biraz lüks olur. Hele de linç edilen hamala bu tür bir iftira atılıp katledilmesi romanın ana izleklerinden birine zemin oluyorsa.
Bunlar okurken aklıma takılan birkaç detaydı. Her halükarda “Dünya Ağrısı” iyi bir romandı.