Kaç gündür empati yapacağım diye iflahım kurudu. Ne yaparsam yapayım kendimi içine bir türlü sığdıramadığım, üstüme bir türlü olduramadığım bu “çapulcuların gürültüsü” karşısında aciz kaldım.
Bir taraftan kendime “sen değil misin bu başbakana, onun o tepeden bakan kibirli tavrına, müslümanların hızla kapitalistleşmesine ve hatta öteki dedikleri laiklerin hayat tarzına öykünmelerine veryansın eden, öyleyse ne diye susuyorsun” diye çıkışıyorum. Tam ayağa kalkıp “doğal mecrama” doğru ilerleyecekken oradan, Gezi parkındaki curcunadan bazı sesler duyuyorum: “Makarnacılar”, “espri ve slogan üretemeyenler”, “para karşılığı eylem yapanlar”. Kim bunlar? İşte, malum, AKP’ye oy veren “cahil halk”.
Hemen arkasından çığrından çıkmış polis şiddetini, onlarca asparagas arasından da olsa çıkarıp buluyor ve öfkeyle seyrediyorum. Yine içimde bir ses “Bu polisler değil mi, Kürtler’e yıllardır uyguladıkları işkencelerin bir provasını şimdi de “laiklere” uyguluyorlar. Üniformanın ideolojisi olur mu!” diye homurdanırken yine malum kalabalığın içinden “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” gibi sloganlar, Öcalan resmine tahammül edemeyip BDP çadırına saldıranlar çıkıyor ortaya.
Sonra?…
Şimdi de Tanıl Bora’nın şu yazısı…
“Tek partinin toplum mühendisliği, on yıllardır İslamcı-muhafazakar aydınların hedef tahtasındaydı. Toplumun “otantisitesini” bozan, onu kendi haline bırakmayan, yapay, tepeden inme, dikteci, homojenleştirici toplum mühendisliği zihniyetine veryansın ettiler, onu alaya aldılar. Bu sosyologların, yazarların, gazetecilerin şimdi kendi rejimlerinin Necmeddin Sadak’larına, Falih Rıfkı Atay’larına, Yunus Nadi’lerine dönüşmesini izlemek hazindir. Mühendislik harikası toplum ve siyaset tasavvurlarına uymayan her kıpırtıda, Menemen veya İzmir Suikasti tefrikaları yazmaya hazırdırlar.” (yazının tamamı için bakınız)
Gezi direnişinin arkasından/içinden/yanından, benim zayıf ve yorgun düşmüş zihnime empatisiz, olduğu gibi, bilincimi rahatlıkla yüzdürebileceğim serin sular gibi bir ses geliyor. Okuyor ve rahatlıyorum bir nebze ama…
…ben “İslamcı-muhafakar bir aydın” mıyım diye soruyorum kendime. Bir defa aydın değilim ben, sadece hikaye anlatmayı seven bir adamım. Evet, İslamcıyım (müslümanım) tabii ki ama muhafazakar ne demek, onu bilmiyorum. Toplumun sağcıdevletçisünni denilen bir kitlesinden geliyorum ama çocukluğumdan beri halife bildiğim Osmanlı sultanlarını eleştirecek kadar “bozuldum”. Üsküdarlı, Fatihli, Beyazıtlı olmaktan çok Beyoğlu’ndan, Kadıköy’den birisi oldum. Gazali ve Rabbani’den çok Nietzsche ve Sartre okudum. Dergah ya da cemaat kültüründen çok anarşizmin ve rock müziğin ruhuna aşinayım artık. Mesela Tom Waits’in sesi bilincimi bir yöne doğru hareketlendirirken Kudsi Ergüner’in neyinden çıkan ses aynı bilinci başka yönde dinginleştirebiliyor.
Bu bir bozunma, bir mutantlaşma mıdır yoksa aslına dönme, bir tür melezleşme midir bilemiyorum. Ama şurası kesin, Daryuş Şayegan’ın tabiriyle büsbütün yaralı bir bilincim var artık. Ve siz, üniformalılardan, başbakanlardan ve partilerden münezzeh olarak siz, bilincimdeki yarığın ana karaları, siz birbirinize böyle düşmanca bağırıp sövdükçe, birbirinizden bu kadar büyük ve şiddetli hızlarda uzaklaştıkça benim bilincimdeki yarık daha da açılıyor ve kanım oluk oluk akıyor. Biliyorum, ben sizin umurunuzda bile değilim. Aslında gözlerim sımsıkı kapalıyken siz de benim umrumda değilsiniz. Ama işte, çığlıklar ve bağırışlar bu denli yükselip de ister istemez gözlerimi aralayıp yalnızlığın o malum karanlığından çıktığımda gördüğüm hakikat sizdiniz. Herhangi bir “iktidar” tarafından yalnızlaştırılmış olan kalabalığın bilinciydi. Ve bir kere açılınca gözler, hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Mazlum olun, ya da nolens volens zalim.
Söylenecek çok söz var, evet, ama ancak kan durduğunda, yara yeniden kabuk bağlamaya başladığında dil dönmeye, kulaklar duymaya başlayacak. Acıya karşı sabır ve dua ile beklemekten başka bir şey gelmiyor şu an elimden. Allah, zalimleşen mazlumları tövbelerine kavuştursun.