Sımsıcak bir yaz gecesiydi. Aslında sabaha dökülüyorduk yavaş yavaş, zira ismi lazım değil bin türlü kuşun bağırış çağırışı ve hatta ender de olsa yoldan geçen arabaların motor ve lastik sesleri geliyordu kulağımıza. Kimsesiz, terkedilmiş ve nispeten izbe sayılabilecek bir sitenin içinde, haliyle bakımsız bir parkta, alelade bir bankta yanyana oturmuş vakit dileniyorduk. Yere doğru bükülmüş oturan ve boş boş ayaklarına bakan benim. İyice geriye kaykılmış başını da geriye bırakmış tuhaf tuhaf renklere bürünmüş geceye bakan da Davut. Herşey bir yana, böyle bedbaht bir parkta çalışan bir sokak lambası olması vakıa. İnanmazsın, o lamba da bizim oturduğumuz bankın hemen arkasına denk gelmiş.

Üzerimizde henüz dinmiş sabah ezanı sağanağının ağırlığı var. Direttim ama gelmedi benle namaza Fasık Davut. İtiraz ediyor bi de, açıktan günah işleyene fasık denirmiş, onun günahını bir tek ben biliyormuşum, ben de sayılmazmışım. En çok bozulduğum da bu aslında, adam oldu da beni saymıyor artık Davudum.


Yine bir araba, muhtemelen bir kamyonet geçti yoldan. Biz yolu görmüyoruz, malum, binalar var önümüzde. Ama sesleri her seferinde şu cinnet kuşlarını bastırıyor ya, hani şuncacık mezbelede seyrek de olsa huzur duyuyorum motor sesleriyle. Ya kuşlar artık zikretmeyi unuttular ya da bu arabaların motorları, bu asfalt ve lastik temasları yepyeni bir zikir yapmaya başladılar; bilemem, belki de bu kulaklar artık bana ait değiller.

Dedim ki Davuda, “Oğlum, ne arıyoruz biz burada, bohem bir kent bulalım kendimize, salaş bir kahvehane ya da binbir zebercet bir otel odası, geçelim pencerenin kenarına, caddeden geçen tanımadığımız insanların hikayelerini düşünelim mesela, yahut aynadan yansıyan görüntümüzün fotoğrafını çekelim, biliyorsun artık dijital fotoğraf makinesi de icat edildi.” Bırak cevap vermeyi başını bile çevirmedi fasık. Çaresiz sustum ben de. Neden sonra irkildim. Rüzgardan mı yoksa birden kesiliveren trajik kuş cıvırtılarından mı derken “Ne düşünüyorsun?” diye sormuşum Davuda. Sormuşum ki acı acı çınladı cevabı bana ait olmayan kulaklarımda.

“Bu yazdıklarımı kimse okumayacak diyerek tuttuğun günlükleri…”

Çınnn çınnnn derken tepem attı tabi.

“Hassiktir lan!” deyiverdim. Herifçioğlu nihayet indirdi o kas kafasını da çevirdi mübarek yüzünü bana.

“Var ya, dedi yüzünü sanki bana vuracakmış gererek, acayip .öt bir adam oldun sen.”

“Hassiktir lan!” dedim yine. Eh yani, ne diyebilirdim ki başkaca! Başka biri dese bunu gerçekten de takmazdım kafama. Ama…..

Ben camiden çıkarken köşede rahlenin arkasına geçiyordu. Gün doğana kadar Kuran okuyacaktı. Arapça bilmezdi, tanıyorum onu adı Mustafa. Hep birşeyler söyeleyecek gibi bakardı ama hep de vazgeçerdi söylemekten. Mustafa’nın bildiği birşeyler vardı bana ona size söylemek istediği. Benim de adım kısmen Mustafa olduğu için belki de ahbabımmış gibi görürdüm onu hep. Hep derken camiden ötürü değil, burada, bu terkedilmiş sitede oturuyor o da. Hipermarkette kasa kuyruğunda ya da otobüs durağında, bazen çay ocağında tek başına oturmuş çay içerken bazen de sitenin içinde volta atarken görürdüm. Simsiyah bıyıkları vardı, fırça gibi derler ya, aynen öyle. Çökük yanaklı, ince uzun biriydi. Saçları kısaydı ama uzatsaymış sanki herbir teli kafasının aksi istikametine gidecekmiş gibiydi. Böyle dik dikti işte. Çizgi filmlerde birşeyden korkan kedinin tüyleri gibi yani.

Beşinci bloğun bodrum katında oturuyor, onu da biliyorum. Evet, takip ettim, ne olmuş. Bazen de meraklı biriyim.

“Kimse okumayacaktı, öyle demiştin…”

Tövbe Allah’ım ya.

“Rahat bırak adamı.”

“Sen beni rahat bırakıyor musun ki?!”

“Ya sen, sen beni rahat bırakıyor musun?”

Ben burda bu deliyle dilendiğim vakti öldürürken biliyorum ki, yüz metre ötede camide tek başına oturmuş Kuran okuyan Mustafa, on üç yaşında kaybettiği annesini babasını kardeşlerini geleceğe dair planlarını ve hayatını ve hatta on üç ile otuz üç yaşı arasında olup biten hiçbir şeyi düşünmüyordu. Yanılıyor aslında Davut, çok yanılıyor şimdi: bırak kıskanmayı, en ufak bir imrenme bile yok içimde Mustafa’ya karşı. Hatta, vallahi diyorum bak, konuşsaydı bana ne söyleyecekti diye merak ediyorsam da şerefsizim. Sadece… Ben sadece… seviyorum Mustafa’yı! Davuda rağmen, davutla birlikte…

“Ama biz seni sevmiyoruz artık.”

“O da senin hıyarlığın artık!”

“Boş konuşuyorsun usta, boooş.”

Birden sıçradı kan beynime. Hakikaten gözlerim karardı. Ondan yani.. Kalkmışım yapışmışım yakasına Davudun. Ama… Yine aniden sönüverdi öfkem. Hatta neye bu kadar öfkelendiğimi bile unuttum bembeyaz gömleğin iki yakası iki yumruğumun arasınsayken.

“Bu ne lan, dedim, nerden buldun bu gömleği? Ne ayaksın oğlum sen, gömlek pantolon ayakkabı falan?!”

“Kimse okumayacak demiştin usta, kimse okumayacak demiştin.”

“Okuyanı da yazanı da yazılanı da!..”

“Bırak usta yakamı, bırak artık.”

Tabii ikimiz de beklemiyorduk, şaşakalmıştık öyle eller yakalarda, tam komedi, tam trajedi; gelmiş bir adım yanımıza kadar, ayakta durmuş bize bakıyordu meraklı meraklı Mustafa. Bir şey söylemek ister gibi değil, tam da bir şey dinlemek ister gibi bakıyordu. Ama biz susuyorduk. Hadi o dilsizdi, biz ne diye susuyorduk!


“poffff….”

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir