Geçen hafta Çarşamba günü (19 Aralık 2018) Ömer Ayhan’ın facebook paylaşımında gördüm bu resmi. Görür görmez de çarpıldım.
Resmin beni bu kadar etkilemesinin birinci nedeni 2000’li yılların başında yazdığım “Hiçayak Bina Projesi” adlı bir öyküydü. Hatırladığım kadarıyla bir yerde yayınlanmamıştı bu öykü. Daha çok, özelde kapıcılık geneldeyse eskiyen / kaybolan meslekleri konu eden, bu yanıyla da nostaljik olan bir öyküydü aslında. Ama nedense şu hiçayak binalarla ütopik (ya da distopik mi demeli) bir tarafı da vardı. (Öyküyü Uzun Hikaye adlı bir forum sitesinde paylaşmışım, şimdi fark ettim.) Velhasıl, bu fotoğrafı gördüğümde öyküyü yeniden yazmak için büyük bir arzu duydum. Tabii sadece arzu, eylem yok yine.
Resmi Google’da aratınca www.clemensgritl.com sayfasına ulaştım. Clemens Gritl adlı bu arkadaşımız Almanya’da yaşıyor ve 20. yüzyıl kentsel ütopyalarına dair 3D bilgisayar modelleri tasarlıyormuş. Siteden diğer çalışmalarına da ulaşabilirsiniz. Ben uzun uzun inceledim. Binalara ve atmosfere bakarken aklımdan hep “tam da intihara uygun tasarımlar” düşüncesi geçiyordu. Hani şarkıda geçiyor ya “güzel bir gün ölmek için” diye, bu da onun mekan versiyonu gibi… Birkaç gün boyunca ara ara dönüp baktım bu resimlere. Bir süre sonra yaşadığım hissin intihardan ziyade bir tür ölümsüzlük korkusu olduğuna karar verdim. Hayır, bunlar birbirine zıt duygular değil. Daha çok birbirini izleyen duygular.
Resimlerin bende ilk uyandırdığı ölüm hissiydi (düşüncesi diyemiyorum çünkü duygusal bir etkiydi bu), evet. Ama bir süre sonra muhatap olduğum şeyin ölme isteğinden ziyade ölememe korkusu olduğunu fark ettim. Bu içimdeki sıkıntıyı da açıklıyordu. Çünkü ölmek düşüncesi/arzusu sıkıntı veren bir şey değildir. Daha çok korkuyla karışık bir heyecan uyandırır insanda. Fakat ölmek isteyip de herhangi bir sebeple ölemeyeceğini bilmek, yani intihar etme hakkının olmadığını bilmek çok büyük bir bulantı hissi verir insana. Bir de Gritl’in çalışmalarının aslında bir çeşit kent projesi olduğunu hatırlayınca ölememe bulantısı, yaşamın her şekilde devam ediyor/edecek olması gerçeğiyle yüzleştirdi beni. Yani aslında bir kişinin (benim) ölümünün bütün bir varoluş karşısında çok anlamsız ve kolaylıkla ihmal edilebilir olduğunu hatırlamak ve hemen ardından çok daha büyük (hem geniş hem de derin) bir acı duyma…
Bütün bunları tek başına Clemens Gritl resimlerine bakarak tecrübe etmedim. Mesela dün gece, adlı 2018 yapımı bir film seyrederken de çok benzer bir duyguya kapıldım. Hatta yeniden o resimlere bakma ihtiyacı duydum.
Anon; In Time, Simone gibi sevdiğim bazı filmlerin de yönetmeni olan Andrew Nicol imzalı bir polisiye bilim kurgu filmi. Filmin öyküsü, gözlere yerleştirilmiş bir çip ya da buna benzer bir şey aracılığıyla gündelik yaşantının tamamının kaydedildiği, herkesin bu yolla bir ağa bağlı olarak yaşadığı bir dünyada geçiyor. (Black Mirror dizisinde de hemen hemen aynı fikirden yola çıkan bir bölüm vardı diye hatırlıyorum.) Ölüm anını kendi katilinin gözünden canlı olarak yaşamak vb. detaylarla birlikte film zaten ilgimi çekti. Ama asıl mevzu filmdeki atmosferdi. Özellikle bazı binalar ve sokaklar bana hemen Clemens Gritl’in tasarımlarını anımsattı. (Renk seçimlerinin de bu çağrışımda etkisi vardır herhalde) Üşenmedim, filmden bir iki sahneyi kesip ayarladım. Buyrun siz de bakın:
Dün gece geç saatlerde filmi seyredip yattıktan sonra bugün kulağımda (ya da işitsel hafızamda diyelim) tanıdık bir müzikle uyandım. Gözlerimi açıp tavanı seyrederken müziğin üzerine bir de görüntüler gelince hafızam iyice canlandı. Reha Erdem’in adlı filminin müziğiydi bu ama görüntüler filmden değildi. Yataktan kalkıp kahve eşliğinde kısa bir internet aramasıyla, hafızamda sürekli düşen bir yaprak gibi salınıp duran bu video klipi de buldum.
Buyrun: Hildur Guðnadóttir – St. Vitus’s Cathedral
Evet, şehir Prag. Tabii ki ilkin akla Kafka’yı getiriyor. Ama bütün bu görsel malzeme, filmler, öyküler ve hissedişler üs tüste binince aldığım o keskin acı tadı Kafka, tek başına açıklamaya yetmiyor. Gritl’in çalışmaları ya da Anon’daki umutsuzluk hissi de öyle. Videodaki katedral görüntülerinin üzerine Gritl’in tasarladığı yapıları getiriyorum ve aklıma yeniden Klee’nin Angelus Novus tablosu geliyor. Geçmiş ve gelecek arasında sürekli bir seçim yapma zorunluluğu, uzuvların seni geleceğe sürüklerken aklının ve gözlerinin geçmişte kalması ve hiç bitmeyecekmiş gibi kararlılıkla devam eden o gerginlik (gerilim) hissi…
Ve ölüm düşüncesi/hissi karşısında tamamen anlamsızlaşan zaman (bir zamanlar “var olmayan musluktan akan su” diye tanımladığımı hatırlıyorum), ağır ağır akan, irin kıvamında, kan renginde bir nesneye dönüşüyor.
Sonra yine bu müzik… Yayın tellere değil de yüreğin yüzeyine sürterek çıkardığı sesler…
İster istemez şöyle mırıldanıyor içses:
“Keşke en başında hiç dahil olmasaydım bunlara.”