Bugün gazetede saldırı olasılığı bulunan yerlerden söz eden bir yazı okudum. Tunceli/Ovacık-Kuşluca ve Sarıtaş Jandarma karakollarına, Bingöl/Yedisu-Kabayel üs bölgeleri ve jandarma karakollarına, Van-Çaldıran askerî birliklerine, Şemdinli Gilmi Gediği ve Soğuk Tepe üs bölgesine baskın düzenlenebilirmiş. Mardin-Şırnak-Cizre-Silopi yol güzergâhında rütbeli personel yol kesilerek kaçırılmak istenebilirmiş. Şırnak Gülyazı bölgesindeki Kopki tepe ve Geymuşule’ye uzak mesafeli atışlar yapılabilir, Diyarbakır Tepe, Kayacık ve Lice’deki Jandarma Karakol Komutanlıklarına eylem yapılabilirmiş. Hatay Amanoslar’da uzaktan kumandalı mayın tuzakları kullanılabilir, hatta Giresun ve Tokat’ta sol örgütlerle işbirliği yapılarak eyleme geçilebilirmiş. Şehir merkezlerinde taşlı ve molotoflu gösteriler de yeniden organize edilebilir…
Birkaç gün geçti, kontrol etmedim tabii, bahsi geçen saldırılar gerçekleşmiş mi acaba diye. Aralarında benim evime yakın olan bir yer yoktu çünkü. Ev arkadaşım, dostum ve kan kardeşim Davut’la birlikte üzerimize hiçbir saldırı olmayacağından emin olarak geçirdik günlerimizi. Ben Metin’i düşündüm ve Lütfü’yü. Oysa daha iki kitap mesafe/zaman vardı onları düşünmeye ama elimde değildi: Gece yarılarında yekpare camdan vitrinlere molotof kokteyli atan bir çocuk kimi heyecanlandırmaz ki.. Evde onu kederle bekleyen Lütfü’ye kim üzülmez ki…
Davut bana neden bize kimse saldırmıyor diye sordu. Ben de kimsenin bizden haberi yok diye cevap verdim. Tabii ki de haklıydı adamım: o karakollardaki askerlerden de onlara saldıracak olanlardan da daha tehlikeliydik ikimiz böyle bir aradayken. Aslında dağdaki gerilladan, eli cebinde bir kodamandan ve ağlamak üzere gözleri dolmuş üç buçuk yaşında bir çocuktan çok daha tehlikelidir bu yan yana yalnızlıklar. Unutulup gitmiş ve hatırlanmaya da değmeyecek çok eski bir dengbej türküsünü birden hatırlayıvermek gibi…
Tehlikeli… Gayet tehlikeliyim…
Davut bana geçmişi hatırlatmıyor artık. Bugün ona gösterdiğim fotoğraftaki kızı da hatırlayamadık zaten. Öyle bön bön baktık. Davut gülüyordu bana, hadi anladık kız yabancı da, yanında ona sarılmış sırıtan şu karanlık yüzlü adam sen değil misin? Şöyle alıcı gözüyle bakınca hakikaten de benziyordu bana ama bunun siyah saçları ve kocaman gözlükleri vardı. Salak salak da gülüyordu zibidi, ben olamazdım kesinlikle. Olamazdım da Davut kıkırdamaya devam ettikçe bir yandan sinir oluyordum bir yandan da kuşkuyla bakıyordum fotoğraftaki mutlu çifte.
Bugün akşam sana diyecektim ama demedim, şimdi burada uzanmış neskafe keyfi yaparken Davut’a söyleyeceğim…
“Ne diyeceksin?”
“Ya dedim ya ben, Allah’a inanmasaydım çok feci komünist olurdum, diye. Aslında olmazdım, biliyorsun. Yani komünist olamayacak kadar bencil ve kibirliyim çünkü. Yani karar vermesi bazen çok zor oluyor… Sen söyle, tanıyorsun beni yeterince: Sence Filistinli çocuklar mı daha çok eziliyorlar yoksa ben mi?”
“Haha, soru mu bu da, tabii ki sen! Hahaha!”
Bir tuhaf oldu Davut son yıllarda, iki dakika ciddi bir şey konuşamıyorsun.
“Aman konuş, ne ciddiyet ama, ‘çocuklar mı daha masum ben mi?’, poh poh poh!”
Masumiyetten bahsetmiyorum ben bi kere! Ne yani, kaybeden tarafta kalabalık bir kitle olunca bir tek kişiden daha mı önemli oluyor bu… halk filan?
“Değil tabii ki, ama ne farkeder, sonuçta haklı olup da yenilen bir tek kişinin de savunulması gerekmiyor mu?” dedi Davut. Ben sustum. Sonra bir şeyi hatırlamış gibi hararetle konuşmaya başladım. Allah’a inanmazsan komünist olmak mantıklı dedim, yani bu kadar
kötülüğün hesabının sorulması lazım tabii. Öbür dünya düşüncesi en azından birazcık rahatlatıyor içimi.
Davut, “Müslüman olunca her türlü haksızlığa boyun eğmek mi gerekmiş!” diyerek ilk bakışta haklı gibi görünen ama aslında salakça bir laf söyledi. Ona Kuran’da birçok ayetin fitne çıkarmanın çok günah olduğundan, hatta adam öldürmekten de büyük günah olduğundan söz edildiğini hatırlattım. Ama hemen ardından Davut’un haklı olabileceğini düşünüverdim. Sonra da asıl salağın kim olduğunu?..
“Kıçından uydurup hükümler veriyorsun, haksızlığa karşı çıkmak için komünist olmana filan gerek yok, tembel olma yeter.”
Şimdi böyle yazı yazarken sakinim tabii ama o sırada sinirden gözlerim pörtlemişti. (Yani Davut öyle diyerek alay etti benimle) Gerzek Davut işte, ne ilgisi var bunun tembellikle. Hayır, tembel değilim demiyorum, ama konuyla ilgisi yok bunun. Hesap sorabilmek için güçlü olmak lazım bir kere. Ben kendi gücümü, sınırlarımı biliyorum. O sınırlar içinde de zaten kendimi bildim bileli mücadele ediyorum. Şairin dediği gibi dünyaya gelmek bile bir saldırıya uğramak değil mi zaten… Dedim ama artist artist hareketler yaptı. Öyle küçümser ve cıkcıkvari seslerle damarıma damarıma bastı Davut. Tam o sınırlarımdan birini aşıp elimin tersiyle çarpacaktım o dazlak kafasına şaplağı ki, beni sönünce kaldırımın kıyısına atılan bir kibrit çöpü kıvamına getiren müdahaleyi yaptı, Cinali’nin yandan yemiş kardeşi Davut.
“Neden korkuyorsun Usta?”
… bu durumda ben de cinali oluyordum tabii. Öyle içine çekilmiş de büzüşüp bir kibrit çöpü gibi (hem de bir anda harlanan aleviyle yanıp da sönüvermiş…) aval aval etrafa bakınan, bir kere de şu topu kimseye atmadan ben tutayım diyemeyen cinali…
Neden sonra (bayılıyorum bu saçma sapan da olsa her türlü durumu kurtaran cümle girişine!) toparlanıp cevap verecek cesareti buldum kendimde. Neden olacak, dedim, saldırılardan korkuyorum, her an her yönden gelebilecek saldırılardan.
“Yalnız değilsin ki, dedi Davut gülümseyerek, korkma.”
+ There are no comments
Add yours