Halkını Satanlar ve Halkını Sevenler

  • Kabaca “Türk Solu” diye isimlendireceğim, Aydınlık’tan tutun Ulusal Kanal’a kadar medyası, partisi nesi varsa bütün bu güruh, bu ülkenin, bu coğrafyanın beynindeki bir urdur. Yıllarca İslamlığımdan ötürü buğzettiğim bu güruha şimdi ağır aksak Kürtlüğümle bile diş gıcırdatıyorum. Okuduğum bir cinayet haberinde bile önce katille empati kurmaya çalışan ruh halime inat, zerre kadar çaba harcamıyorum bu zihniyeti anlamak için. Onları anlamak için göstereceğim çaba beni de insan olmaktan çıkarır diye korkuyorum çünkü.
  • Neden?.. Abdullah Öcalan’ın yakalandığı yıl yaptığı konuşmaları, çoklukla ölüm korkusunun etkisi altında yapılan ve hem sıradan bir insan hem de bir halk önderi olarak insanlığa çok şey öğreteceğini düşündüğüm o halini şimdi belli bir söyleme uygun olarak kurgulayarak yayınlayanlar nasıl bir ilke uğruna hareket ediyorlar?
  • Bu zihniyetin Kürtlerin eşitlik ve hürriyet mücadelesine destek olmak gibi bir niyeti olduğunu düşünecek kadar saf bir Kürt kaldı mı? “Öcalan Kürt halkını satıyor” iddiasını servis edip duran bu güruh, AKP iktidarını devirip eski sistemi yürürlüğe koyunca, yani asıl amacına ulaşınca “Öcalan’ın sattığı” Kürt halkına bağımsızlık mı bahşedecekler… Laf!

 

Öcalan halkını sattı mı?

Hasan Bildirici’nin Rojevakurdistan.org sitesinde yayınlanan yazısında geçen şu satırları okuyalım:

 

“…Kürdistan halkı ulusal açlık çekiyor, ulusal açlık çeken bir toplum, ulusal doygunluk yaşamadıkça, kendisini sömürgeleştirmiş üst bir ulusla kaynaşmaz. Kaynaştırma projeleri genellikle başarısızlıkla sonuçlanır. Avrupa, en şiddetli ulus çatışmalarının ve yeterince yaşanmış ulusal doygunluğun ardından aradaki sınırları kaldırabildi. Ortadoğu’nun o noktaya gelmesi için Kürtlerin ulusal doygunluğuğu yeterince yaşaması, Fars, Arap ve Türk ulusculuğunun da yeterince ulusal terbiye edinmesi gerekiyor…”

“Kürt meselesi” denilen meselenin özü budur. Aç bırakılmış bir halkın bu açlığını gidermesi, hiçkimseye öykünmek zorunda olmadan kendi dili, dini, kültürü ve tarihiyle var olabilmesi, varlığını kabul ettirmesidir. Şeyh Saitlerden PKK ve Öcalan’a kadar, sosyalist ya da İslamcı bütün Kürt hareketlerinin rahmi burasıdır.

Abdullah_Öcalan

Bu açlığın giderilmesi için “Bağımsız Kürdistan şarttır, ulus devlet olmadan özgürleşilmez” diyen İsmail Beşikçi mi haklıdır, yoksa devlet sahibi olmanın sömürüye engel olmadığını, ulus devlet fikrinin çöktüğünü, eşitlikçi ve demokratik bir toplum yapısını benimseyen Öcalan mı haklıdır?

 

Ne İsmail Beşikçi Kürt halkı için daha uzun yıllar sürecek bir savaşı önceleyen “bağımsızlık” fikrinden ötürü hainlikle, Türk Solu’na kendini kullandırtmakla suçlanabilir, ne de Abdullah Öcalan silahsız, çatışmasız bir demokratik toplum istemesinden ötürü Türk devletine biat etmek ya da halkını satmakla suçlanabilir. Çünkü bu aşmada önemli olan fikirlerdir.

 

Öcalan’ın yakalandığı yıllarda yaptığı konuşmalara gösterilen iki tür tepkiye de değinmek gerekiyor.

Birincisi: “Öcalan halkını sattı” diyenler.

Bu mevzuda, bir önderin, aynı zamanda sıradan bir insan olduğunu, ölüm korkusuyla sonradan pişman olacağı sözler söylemesini hayretle karşılayanlar, ya hayatlarında hiç aç kalmamışlardır, ya da bizim tahayyül edemeyeceğimiz kertede bir mükemmellik mertebesine erişmiş üstün insanlardır diye düşünüyoruz. Tıpkı on yıllarca halkının geri kalmışlığından “müzdarip” Türk aydınları gibi…

İkincisi ise bu konuşmaları dinleyince utandığını, üzüldüğünü, kırıldığını söyleyenler.

Kırılan gönül aslında kollektif bir ruhun parçasıdır. O yüzden, bulunduğumuz, bu kavgadan uzak, fildişi olmasa da, kule olmasa da yine de steril ve korunaklı olan köyümüzde bile, biz de benzer bir kırgınlığı yaşıyor, paylaşıyoruz. Ama…

Her şeyin tertemiz ve adaletle yürütülmesi, sevdiğimiz, güvendiğimiz ya da sempati duyduğumuz yazarların, şairlerin, politikacıların, hocalarımızın, önderlerimizin (belki de hepsinin bir tek adı vardır: Babamız) hep mükemmel olmasını, hiç hata yapmamasını isteriz elbet. Ancak bunu ister, bunu beklerken, peygamberlerin dahi hata yapabildiğini, bundan da önemlisi, kendi kusurlu ve hatalarla dolu yaşantımızı görmezden geldiğimizi de unutmuş olmaz mıyız?

Liderleri putlaştırmanın nasıl bir gaflet olduğunu, Efendimizin sık sık kendisinin de bir insan olduğunu vurguladığını gayet iyi bilen Kürtler ve Türkler hiçbir zaman unutmazlar. Ancak insan olmanın en güzel taraflarından biri de âşık olmak değil midir? Aleladeliğini defalarca vurgulayan o Peygamber’i, alelade göremememiz, ona âşık olmamız bir kusur mudur? Aşkla sevmek, gönülden bağlanmak bir kusur mudur? Sevdiğin, bağlandığın insanın, bir sevgili, bir anne, bir baba ya da bir halk önderi, bir şair ya da bir dengbej, mükemmel olmadığı, hatalar, hatta çok büyük hatalar yapabileceği bilgisine sahip değil miyiz aslında severken?

Büyük yanlışlara (başta insanların ölümüne neden olmak) imza atan, atabilen iki lider (Erdoğan ve Öcalan) arasında sağlanabilecek bir mutabakatın onların bedenleri çürüdükten sonra bile sürüp gidecek bir barışa neden olabileceğini anlamak, bana sorarsanız, bir insanı ve aynı anda insanlık tarihini anlamakla ilgilidir. İkeli olmak, tutarlı olmak elbette önemlidir. Ama en nihayetinde aciz bir insan olduğunu, ve aslında en güzel halinin de bu olduğunu bilmek daha önemlidir bence.