HİKMET-ÜL MALAYANİ

“Aradığın özel bir kitap var mıydı delikanlı?” dedi ihtiyar kitapçı. Genç adam şaşırmış gibi aniden arkasına dönüp ihtiyara baktı ve,

“Efendim?” dedi.

“Epeydir aranıyorsun, yardımcı olmamı ister misin?” diye sordu yeniden ihtiyar. Çenesine doğru daralan tuhaf bir kafatası vardı, ters tutulmuş bir koniyi andırıyordu. İlk bakışta ak saçlı gibi geliyordu ama aslında bir tek tel bile yoktu başında.

“Aslında aradığım özel bir kitap yok, dedi genç adam. Kırklı ve ellili yıllarda yazılmış romanlara bakıyordum.”

“Kırklı ve ellili?..” diye yineledi ihtiyar ve düşünüyormuş gibi elini çenesine götürüp baktı genç adamın yüzüne. “Çok roman vardır o dönemde yazılmış… Ne için aradığını söylesen, belki daha fazla yardımcı olabilirim.”

Burnundan nefes verdi genç adam. “Ne için arıyorum?” diye tekrarladı soruyu ve sanki konuyu değiştirmek için bir bahane aramaya koyuldu. “Refik Halit Karay’ın o döneme ait bir eseri var mıydı?” diye sordu birden.

“Neden Refik Halit?” dedi ihtiyar.

Yine burnundan nefes verip, “Bilmiyorum, belki çok hatırlanmadığı için, belki önemli bir işaret bırakmıştır geleceğe de hala keşfedilmeyi bekliyordur.”

“Edebiyat mı okuyorsun?”

“Hayır, memurum, postanede çalışıyorum. Neden?”

“Neden bir işaret arıyorsun ki? Felsefeyle filan mı ilgileniyorsun?.. Kusura bakma delikanlı, çok soruyorum galiba.”

“Hayır, estağfurullah…”

“Ne aradığını biliyor musun peki?”

“Hayır.”

* * *

“Sonra adam bana bu kitabı verdi. Ne aradığını bilmeyenler için ideal bir meşguliyetmiş. Dünden beridir okuyorum, iyi kitap ama çok sıradan…”

“Yazarı kimmiş?” Kitabın ilk sayfalarını karıştırdı gümüş yüzüklü parmaklarıyla genç kadın. “Mustafa Şefik Tabutçu… ‘Tabutçu’, ne soğuk soyadı bu!”

“Kitabın adına bak asıl, o değil, içerde yazıyor… Hikmet-ül Mâlâyani.”

” ‘Mâlâyani’, ‘boş işler’ gibi bir şey demekti, değil mi?”

“Evet, onun gibi bir şey. Adam benle dalga mı geçti acaba!”

“Sanmam, neden yapsın ki.. Hangi dükkan demiştin?”

“Elif.”

* * *

“Hakkı Efendi, saat kaç?”

“Kapatıyoruz Mustafa Bey, saat sekiz.”

Vitrinin camını indiriyordu Mustafa Bey. Saatine baktı, gerçekten de sekiz olmuştu. Saati tekrar yeleğinin cebine koyup vitrinin kilidini taktı. Kitapları ve saksıyı aldıktan sonra dükkanın kapısını da kilitledi ve kapıya yöneldi. Hakkı Efendi onu bekliyordu. Arkasından o da çıktı ve büyük demir kapıya asılmaya başladı. Kapı gıcırdayarak ve zorlanarak kapandı. Mustafa Bey dışarıdan onu seyrediyordu. Gözü kapının üstündeki sütuna asılı levhaya takıldı. Hakkı Efendi kilidi takarken başıyla levhayı gösterek söylendi Mustafa Bey:

“Paslanmış, temizlemek lazım.”

“Ney?” dedi Hakkı Efendi kilidi kapatırken.

“‘Sahaf’ yazısı diyorum, temizlemek lazım.”

“Haa.. Sabah bakarım icabına, meraklanma sen Mustafa Bey.”

* * *

Kapının karşısındaki musluk damlıyor, sahafın üç ayrı köşesinde üç kedi kıvrılmış uyukluyordu. Gündüzleri, tezgahları okul kitapları, ajandalar, dosyalar ve türlü türlü okul malzemeleriyle dolu olan dükkanlar bir yanda, çoğunlukla Tanzimat dönemi ve sonrasına ait kitaplar, irili ufaklı minyatürler, tek tük hat levhalar ve eski dergiler ve mecmualar satan dükkanlar öbür yanda duruyordu. Yüzlerce kilometre öteden yaklaşmakta olan bir hortuma bakar gibi hayali bir neyzen üflüyordu kamışa sanki. Kedilerden biri, camekanla korunan eski çivi yazılarının asılı olduğu duvarın dibinde uyuyan, gözlerini açtı. Anlamsız mırıltılar çıkartarak yeniden kıvrıldı ve göz kapakları ağır ağır kapandı.

Küçük yokuşu inip bir kaç adım daha yürüsek, sola dönüp kendimizi çıkışa atabildik mi ruhumuzu yapmacık da olsa bir kurtulmuşluk hissi sarıverecek aslında. Ama “yeni”den nasiplenememişiz ya, “eski”yi özler durur yalnızlığımız. Farz edelim, farz edelim ki çıktık taş duvarların arasından ve atabildik kendimizi Kapalı Çarşı’ya:

Labirentleri kovalıyoruz, ardımızda bizi takip eden biri varmış gibi düşünmeden her yola giriyor, hep bir şeyler arıyormuş gibi de etrafımıza bakınıyoruz. Harıl harıl aramaya başlıyoruz kuyumcuların bulunduğu koridorları. Bazan -aslında sık sık- kayboluyoruz ama hiç kaybetmiyoruz ümidinizi. Dericiler, halıcılar, dönerciler, kurukahveciler ve antikacıların önünden geçiyoruz; sonunda buluyoruz. Parıltılarına garkoluyoruz altınların, ruhumuzun özgürleştiğine, bir bakıma mutlu olduğumuza inanmaya başlıyoruz, ya da biz hep mutluyduk ama eksik olan görmeyi/bakmayı unuttuğumuz bu muhteşem parıltılardı. Kırk küsür haraminin çalıp çırptığı bütün bu altınların kapatıldığı o gizemli mağarayı bulmuş gibi mutlu ve özgürüz artık! Cins cins, türlü türlü takılar: bilezikler, kolyeler, alyanslar, yüzükler, kravat iğneleri, tokalar…

kravat iğneleri!… hepsi altın!

Gözleriniz kamaşıyor “güzellik”ten, unutuveriyorsunuz uçsuz bucaksız bir labirentte kaybolmuş olduğunuz gerçeğini, çarşının kapalı oluşuna aldırmıyor sadece gözlerinizden içerilere, ta ruhunuza kadar dağılıp yayılan bu parıltıya kaptırmış bulunuyorusnuz kendinizi. O altınların topraktan çıkarılışından sanatkâr ellerde işlenişine, bu vitrinlerde sergilenişime kadar geçirdiği serüvenleri getirmiyorsunuz aklınıza, sorgulamıyorsunuz; paldır küldür terkettiğiniz sahafta uyuklayan kedileri, damlayan musluğu hatırlamıyorsunuz. Bir zaman sonra, çok değil, ruhunuz bu “şeytanî” parıltıdan sıkılmaya başladığında, girişini çıkışını bir türlü öğrenemediğiniz Kapalı Çarşı’nın örümcek ağları gibi karmaşık ve çıkılmaz labirentlerinde çürümekte, yok olmakta olduğunuzu anlayacaksınız…

* * *

“Neden yalan söyledin peki?”

“Ne bileyim, farklı olmak istedim belki de.”

“Postane nerden geldi aklına?”

“Bilmem, uyduruverdim birden. Kafka’dandır belki, belki de dedemden, postanede müdür gibi bir şeymiş.”

Genç kadın çayından bir yudum aldı. Adam karşı masada oturan çifte baktı. Gülüşüyorlardı.

“Akşamki toplantıya geliyorsun değil mi?”

“Ne toplantısı?”

“Of be Oktay, gazete işi için!..”

“Ha, gelirim gelirim.”
* * *

“Uffff!….”

“Uf mu? Ne oldu gene?!”

“Boşuna vakit kaybı bunlar. Kim takacak senin çıkardığın gazeteyi! Kime neyi anlatacaksın?!”

“Neyin var senin, son günlerde çok sinirlisin?”

“Ne zaman bitecek bu muhabbet?”

“Birazdan kalkacağız. Zaten dokuzda kapatıyorlar.”

“Tamam, seninle bir yerlere gidip konuşuruz o zaman.”

“İyi olur. Yalnız, sıkıntını bulaştırma insanlara, olur mu?”

“Olur, dedi Oktay zoraki gülümseyerek, bulaştırmam.”

 

* * *

Hitâmuh’ul-Misk

“Dede, diyerek hızla girdi salona küçük Şeyma. Dede ‘misk’ ne demek?”

“Yavaş ol kızım, gel bakalım şöyle önce. Şimdi sor.”

Küçük esmer kız dedesinin oturduğu koltuğun önünde diz çöktü ve heyecanla sordu yeniden:

“Misk, ne demek dede?”

“Nerden duydun, önce onu söyle bakalım?”

“Radyoda söyledi dede, hem bugün okulda öğretmen de söylemişti.”

“Hmm, diyerek çenesini okşadı ihtiyar. Misk bir kokudur kızım, çok güzel bir koku.”

Şeyma tatmin olmamıştı, dedesine merakla bakmayı sürdürdü.

“Peygamber kokusudur… camilerde benzerleri satılır, küçük cam şişelerde… Kokuyu anlatmak olmaz, koklamak lazım. Eskiden anlatılınca inanılırdı, ama artık olmaz. Koklamak lazım.”

“Ben de koklamak istiyorum dede, sende var mı o kokudan?”

“Yok kızım, benzerlerinden var ama aslı yok.”

“Aslını nereden bulabiliriz peki?”

“Bulamayız kızım… Annenin parfülerinden kokla sen de, onlar da güzel kokuyorlar.”

“Ama ben misk kokusunu merak ediyorum dede!” diyerek mızmızlanmaya başladı küçük Şeyma. Dedesi onun saçlarını okşayarak gözlerini yeniden televizyona çevirdi. Şeyma da televizyona baktı. Bir süre sonra ikisi de televizyona dalmıştı.
* * *

Akşam hevesle terketmeye başladı şehri. Ve gece isteksiz isteksiz açtı gözlerini. İstanbul’da saatler onbiri gösteriyorken Şeyma ve dedesi Mustafa Şefik Bey aynı odanın iki ayrı köşesine konmuş ceviz ağacından yataklarında uykuya dalıyordu. Sultanahmet’te biri bayan iki genç Çemberlitaş yönüne doğru tramvay yolunun üzerinden yürüyorlardı. Taşın altına geldiklerinde durdular.

“Oturalım mı artık?” dedi Derya.

Cevap vermeden tramvay durağının arkasındaki bankı gösterdi eliyle Oktay. Sinemayı arkalarına almışlardı, önlerine de geceyi ve şehri.

“Yine aynı şeyler değil mi?” dedi Derya. Oktay gülümsedi,

“Evet, hep aynı şeyler… Ama o aynı şeylerin hala bir adı yok, hala bir şekil belirmiş değil. Hep ‘aynı şeyler’ deyip geçiştirmekten sıkıldığım şeyler; geceye bakmak, şehri izlemek ve aynı şeylerle debelenmek…”

“Nilgün Darvinoğlu’nu hatırlıyor musun?..”

“Evet, hemen ardından da Faruk’u soracaksın, değil mi?”

Derya sustu.

“Sen zeki bir kızsın Derya, biliyorsun bunu. Sanırım sorun da bu; ben de zekiyim, biz, hepimiz çok zekiyiz artık. Borges kadar, Nietzsche kadar, Descartes kadar zekiyiz… Şeyh-i Ekber’in öyküsünü hatırlıyor musun?..”

“Hayır, neydi?”

“Hani Adem peygamberden son insana kadar gelmiş ve gelecek bütün insanların sayısını gösteren bir matematik formülü bulan adam. İtiraz edenlere ne dediğini biliyor musun? `Beni kızdırmayın! Tek tek resimlerini de yaparım onların.’ Ama şimdi biz zekiyiz ya, bu formülden her adım atışında insanın tanrı olmasını çıkarabiliyoruz. Hep bir şeyler çıkarıyoruz. Gazali’den, Rabbani’den, Descartes’tan, Sartre’dan, hatta Kuran’dan, İncil’den bile.”

“Aynı sorunların etrafında dönüp durmak ne kazandıracak sana? Harekette bereket vardır, deyip durduğun zamanları unuttun mu? Neden artık bu kadar derin düşünmekten vaz geçip bildiklerinle bir şeyler yapmaktan kaçınıyorsun.”

“Çünkü hiçbir şey bilmediğime dair karşı konulmaz bir kuşku var içimde! Sanki birileri bütün o kitapları yazmış, ya da bütün o hayatları yaşamış ama bunları yaparken de hep kıs kıs gülmüş; sanki birileri dalga geçiyor benimle.”

“Kuşkunu yanlış yönlendiriyorsun Oktay. Kuşkudan kuşkulanmak üzerine John Arndre’nin verdiği dersi hatırlıyor musun?… Oktay! kendini harcıyorsun, aynı anda edebiyat ve felsefe bölümlerini bitirmiş ender adamlardan birisin. Zekandan kuşkulanman çok yanlış, onu kullanmayı bilmek zorundasın, bunu yapabileceğini de biliyorsun…”

“Ne için?! Ülkeme yararlı bir vatandaş olabilmek için mi? Yoksa kariyer yapabilmek, şöhrete kavuşabilmek için mi? Elli altmış kitap yazabilmek için mi? Hayır Derya, ben sadece huzur istiyorum! Şu lanetli kitabın yazarı kadar bile olsa huzurlu olmak..!”

Elindeki, sahaftaki adamın verdiği kalın siyah ciltli kitabı kaldırıp Derya’nın yüzüne tutuyordu. Genç kadın Oktay’ın davranışlarından ürkmeye, arkadaşı için endişelenmeye başlamıştı artık.

“Adamın teki İslam için `Zıt kutuplar arasında muvazene ahengini bulma davasıdır, namütenahi ayrıntıların kılı kırk değil kırkbin yarmanın işidir’ demiş. Buna benzer, dev bir yap boz tahtasının önünde bırakılmış gibi hissediyorum kendimi. Yüzlerce yıllık tecrübeyle her geçen gün daha da karmaşık hale gelmiş, her gelenin yanlış hamleleri nedeniyle daha da içinden çıkılmaz hale gelmiş büyük bir matematik problemin ortasındayım sanki… Ve çözmek zorundayım, sonsuzdan gelip yine sonsuza giden o lanet olası integral sorularını çözmek zorunda bırakılıyorum. Oysa her geçen gün biraz daha yaklaşıyorum…. ben sona yaklaşırken problem sonsuza… ve benden kat kat büyük hızlarla… Adını koyamadığım, şeklini şemalini çizemediğim, tanımadığım ama bütünüyle yabancı da kalamadığım bir “bütün” var sanki arkamda; hamlemi bekliyorlar! Görmüyorlar halbuki, tahtanın ortasında bana ait olan sadece bir şah kalmış ve o da her taraftan tehdit ediliyor… Anlıyor musun Derya, kimse “şah!” çekmemiş ama oynayacak bir hamlem yok.”

“`Pat’ gibi…”

“Evet `Pat’ gibi. Ama tam değil… Yani sıkışan, berabere kalmaya mecbur olan benim.”

“Peki psikiyatrınla konuşuyor musun bu kadar etraflıca?”

“O bunak kadın benim okuduğumun yarısı kadar bile okumamış Freud’u!”

* * *

Açıktan açığa heyecanlanmıştı şehir, geceyi omzundan dürtüklüyor, gözlerini kırpıştırıp duruyordu. Üst üste dizilmiş halkalardan oluşan o taşın altında yapılan bol sıkıntılı bu konuşmalardan büyük haz duyuyordu. Derdine ortak bulmuş bir deli gibi hoplayıp zıplıyordu. Şehir, karanlığı üflemeyi seviyordu.

Büyük bir gürültü oldu. İkisi de -ya da üçü de- ayağa fırladılar. Eminönü tarafından gelmişti ses. Büyük bir patlamaydı. O tarafa baktılar. O ana kadar bom boş sandıkları tramvay yolu insanlarla dolup taşmaya başladı. Sanki  herkes siz seyredenleri en hassas yerlerinden vuracak bu gürültülü kavgayı bekliyordu gizlendiği çukurda. Alem yapan turistlerden, sinemanın son seans izleyicilerine, camilerin tuvalet bekçilerine, yoldan geçen sarhoşlarına, gecenin son seferini yapmakta olan tramvayın yolcularına kadar herkes caddeye doluşmuş Eminönü’nde göğe yükselen dumanlara bakıyordu. Meraklı kalabalık, ve Derya ve Oktay ve şehir, o yöne doğru yürümeye başladılar. Sirkeci’yi geçip de Yeni Cami’ye doğru akmaya başladığında artık meraklı adımlarını daha da hızlandırmış olan kalabalık, Galata Köprüsü’ne yığılmış olan polis arabalarını, itfaiyeleri ve ambulansları, çıkardıkları o kulakları sağır eden siren sesleri ve geceyi deler gibi aydınlattıkları tepe lambalarıyla birlikte görmüş ve Oktay’ın asla anlayamayacağı bir bilinç birliğiyle artık her şeyin bittiğine hükmetmeye başlayıp ağalamaklı gözlerle alevlere ve geceyi boğan dumanlara bakakalmıştı.

Kapalı Çarşı havaya uçmuştu!

Herkes ağlarken İstanbul kendini tutamıyor, kahkahayı basıyordu!..

* * *

“İyi akşamlar sayın seyirciler. Bugün bültenimizi oldukça üzücü bir haberle açıyoruz.

Kapalı Çarşı’da büyük patlama… Dün gece saat oniki sularında gerçekleşen patlama sonucu çarşının neredeyse tamamı harabeye dönüştü. Patlamanın nedenine dair bir açıklama yapılmadı. Araştırmalar terör eylemine benzemediği, büyük olasılıkla bir ihmalden kaynaklandığı üzerine yoğunlaştırıldı. Ancak patlamanın büyüklüğü akla iyi planlanmış bir suikastı getiriyor. Patlamanın gece olması nedeniyle can kaybı olmadığı ümid ediliyor. Enkaz kaldırma çalışmaları da bütün hızıyla sürüyor.

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de yağmalama olayları yaşanmakta. Özellikle kuyumcuların bulunduğu bölgelerde büyük çapta yağmalamalar olduğu bildiriliyor.

Ne büyük utanç sayın seyirciler, ne büyük utanç!

Şimdi olay yerinde bağlanıp arkladaşımız…”
* * *

“Oktayla görüşebilir miyim efendim?”

“Kim arıyor?”

“Ben Derya.”

“Ah kızım, Oktay çok hasta. Amcası onu hastaneye götürdü. Koşuyolu Kalp Hastanesi…”

“Nasıl?! Nesi varmış?.. Dün gece iyiydi ama… Tamam ben hemen hastaneye gidiyorum.”

“Kızım söyle onlara beni meraklandırmasınlar, arayıp durumu bildirsinler. Yerimden kalkamıyorum, meraktan öleceğim!”

“Tabii teyze, sizi ararım ben.”

* * *

“Oktay Balıkçıoğlu’nun yakınıyım. Burada olduğunu söylediler!..”

“Şurdaki beyle görüşün, amcasıymış sanırım. Kendisi yoğun bakımda.”

Duvara çakılmış taburelerden birinde oturuyordu adamcağız, çökmüştü. Derya yanına yaklaştı ve nazikçe “İyi günler.” dedi. Adam başını kaldırıp baktı. Bir şey sormasına izin vermeden, Derya kendini tanıttı ve neler olduğunu sordu.

“Bilmiyorum kızım, hiçbir şey bilmiyorum. Sabah uğramıştım evlerine. Yengem yatalak zaten, kımıldayamıyor yatağından. Oktay’ın odasına girdim, yerde hareketsiz yatıyordu. Alıp hastaneye getirdim. Kriz geçiriyor olabilir dediler. Yoğun bakıma aldılar.”

“Dün gece beraberdik. Patlama esnasında Eminönü’ndeydik hatta. Sonra ayrıldık, bir şeyi yoktu.”

“Babasına benziyor, çok fazla düşünüyor, sigara da içiyordu.. Of Allah’ım!”

“Doktorlar bir şey söylemedi mi?”

“Hayır, bekleyin dediler.”

Derya da adamın yanına oturdu. Bir süre konuşmadan beklediler.

“Oktay Balıkçıoğlu’nun yakınları…” diye seslendi hemşire.

İkisi de ayağa fırladılar.

“Evet?…”

“Doktor sizinle görüşmek istiyor. Nesi oluyorsunuz?”

“Ben amcasıyım, bu hanım da arkadaşı.”

“Buyrun o zaman.”

Ayaklarına mavi naylon ayaklıklardan giyip koridora girdiler. İlerde, koridorun ucunda, üzerinde “yoğun bakım” yazan bir levha bulunan başka bir kapı vardı. Derya oraya bakarken yan odalardan birinden bir doktor çıktı ve yanlarına geldi.

“Amcası siz misiniz?” dedi.

“Evet.”

“Benimle gelin, dedi ve Derya’ya dönüp, siz burada bekleyin,” dedi.

Beş on metre ötede bir yerde durdular ve ayakta konuşmaya başladılar. Derya arkalarından bakıyordu.

“Kriz geçirmiş. Ama küçük ve etkisiz bir kriz. Yarın çıkabilir ancak. Şu an kontrol altında. Fakat çıkar çıkmaz bir psikoloğa gitmesi gerekiyor. Sanırım ciddi bir buhran geçirmiş. Sigara içiyor muydu?”

“Evet.”

“Bundan sonra yasak, bir nefes bile içmeyecek. Bakıma ve ilgiye ihtiyaç duyabilir.”

“Görebilir miyim?”

“Henüz değil. Bir kaç saat sonra, iyice kendine gelince.”

“Peki, çok teşekkürler doktor bey.”

“Önemli değil, işimizi yapıyoruz sadece.”

“Sağ olun, çok sağ olun!”

* * *

“Ne oldu dede, neden üzgünsün?”

“Yok bir şey kızım… Sana misk bulamıyorum ya, ondan üzülüyorum.”

“Patlamayı duydun mu baba,” dedi Şeyma’nın annesi elindeki dantele bakarken.

“Duydum ya,” dedi Mustafa Şefik.

“Yazık, değil mi?” dedi kadın.

“Öyle, dedi Mustafa Şefik, yazık!”

Sonra elindeki kumandayı sehpanın üzerine bıraktı. Bir süre sehpanın üzerindeki dantelin işlemelerine baktı, sonra başını kaldırıp kendini elindeki işe kaptırmış olan kızına, kızının maharetli ellerine ve tığın ipliği nasıl tutup tutup bıraktığına; rahmetli karısını hatırladı. İç geçirip koltuktan kalkarken Kapalı Çarşı’dan karısına aldığı nişan yüzüğü geldi aklına. Odasına gidip komodinin çekmecelerini karıştırdı ama yüzüğü bulamadı. Yarı açık perdeden karanlık semayı seyre daldı. Karanlığın içinde bir gencin ona bakarak gülümsediğini görür gibi oldu. Gözlerini kırptı, gencin yüzü kaybolmuştu ama gülümseme hala sürüyordu gökte. Şehir ona gülümserken o göz yaşlarını tutamadı. İki ayrı damla iki gözünün kenarından aynı anda süzülmeye, engebeli yüz hatlarını aşarak çenesine doğru inmeye başladı. Damlalar çenesinde birleşti ve parmağındaki yüzüğe düştü

(ler).

“Hakkı Efendi `sahaf’ yazısını temizlemeyi bugün de unutursa, bir güzel fırça çekmek lazım,” diye geçirdi içinden ihtiyar kitapçı.

Bir süre kımıldamadan durdu yatağın üzerinde. Sonra pencereden içeri bir koku girdi, odayı doldurmaya başladı. Gözlerini sıkıca kapatıp yeniden açtı. Oda ağzına kadar dolmuştu misk kokusuyla. Sanki biri yeniden atmıştı ahşap zemine bir çift zar ve bu sefer düşeş gelmişti. Heyecanla bağırdı ihtiyar:

“Şeymaa, Şeymaaa, koş kızım, koş!”

 

* * *

Cünûn (Halît)a Efendiler

Derya, Halit Bakırköy’de gözetim altına alındıktan iki yıl, güzel sanatlar fakültesindeki arkadaşlarıyla çıkardığı gazete kapandıktan bir yıl sonra İstanbul’dan temelli ayrılarak Balıkesir’e yerleşip Balıkesir Lisesi’ nde resim öğretmeni olarak çalışmaya başladı…

 

* * *

“Sigaran var mı,” diye sormuştu pencerenin önünden geçen sarışın kıza. K bloğun önünde doktor Emine Hanım’ı bekliyordum. Kafası kazınmış, gözleri çukur bir adamdı. Sarışın güzel kız ona bir sigara vermişti. Sonra göz ucuyla bana bakmış ve uzaklaşmıştı. Arkasından baktım ben de bir süre. Sonra bir sigara da ben yaktım içerdekileri düşünerek. Doktor hanımı beklemeye devam ettim.

+ There are no comments

Add yours