THE ASSASSINATION OF RICHARD NIXON ya da KANSERİN TEDAVİSİ

Just tell them that. Tell them my reasons. Tell them why.”[i]

 

2004 yapımı olan bu filmi ancak dün gece seyredebildim. Kabaca bakınca klasik bir Don Quijote (Don Kişot diye yazardık eskiden bunu da) öyküsünü andırıyor. Ama kabalığın lüzumu yok elbette. Çift yönlü (hem sistemin absorbe edip yuttuğu koyunun hem de sisteme her durumda direnmeye devam eden bireyin bakışları) bakılınca sefalet ve asaletin aynı kişide, Samuel Bicke’in ruhunda birleştiğini görüyorsunuz.

Aslında çift yönlü bakmak doğru değil Mr. Bicke’e. Onun meselesi sadece dürüstlükten taviz vermek istemiyor oluşu. Yalan söylemeden de para kazanılabileceğine inanıyor ve ne olursa olsun bu prensipten vazgeçmiyor oluşu. Çift yönlü bakmaktan söz etmemin maksadı, filmi seyreden insanların çoğunun Samuel Bicke’i sefil, ya da şu saçma yeni tabiriyle ezik (Amerikalılar loser diyorlar) olarak görme ihtimaliydi. Böyle bir görüntüsü olduğunu kabul ediyorum. Acak bu onun gerçekten sefil olduğundan değil, kanser sirayet etmiş ve çürümeye başlamış sisteme uyumsuzluğundan ileri geliyor. Büyüme evrelerimizde hemen hepimiz (kendisi ve ebeveyni gerçekten sefil olanlar hariç) bu ikilemleri yaşamışızdır. Önceleri yalan söylemenin, insanları aldatmanın, soymanın, kırmanın, dövmenin yanlış olduğunu öğrenmişken ve bunların yanlış olduğuna gerçekten de inanmışken yaşımız ilerledikçe bu şekilde erdemli ve dürüst bir insan olarak “bu dünyada” ve “bu zamanda” başarılı olamayacağımızı, para kazanamayacağımızı ve hatta hayata tutunamayacağımızı öğrenmeye başladık. Aşık olduğunuz kadına(/erkeğe) kur yaparken bile türlü türlü oyunlar oynamanın gerekliliğine inandık. Ve bu yeni yöntemleri denedikçe başarının da geldiğini tecrübe ettik. Kaçımız buna direnmeye devam ediyor ki? Kaçımız sonucunda sadece bir “bicker”[ii] olarak yok olmayı göze alabiliyor şimdi?

Samuel Bicke, 70’li yılların başında, yani II. Dünya Savaşı’nın ardından şekillenen yeni dünyada yeşermeye başlayan Amerikan kapitalizminin içinden, tam kalbinde kıpırdanan bir vicdan gibi, sistemin içinde büyük bir hızla yayılan kanserin tek tedavisi olarak ortaya çıkıyor. Samimiyetini ve namusunu koruyabilmek için deliren, sistemin önlem almak için modalaştırdığı şizofreniye bile sığınamayan onun gibi yüzlerce, belki binlerce mağdur, kurban kendini kolaylıkla bulabiliyor Bicke karakterinde. Ya da bir çoğumuz gibi sadece birilerini, artık unutulmaya başlamış yabancı başka birilerini hatırlar gibi oluyor içinde. Ama loser olmak, ezik olarak görülmek, hatta herhangi bir şekilde herhangi birileri tarafından görülmek korkusu baskın çıkıyor…

Sean Penn’e dair mutlaka konuşmak gerek. Ya da belki çok şey söylemeye gerek yok, neredeyse bütün rollerini, senaristlerin çizdiği karakterden çok daha fazlasını vererek icra eden bir aktör. (Aklıma ilk gelen 21 Grams oldu. Çok örneği var elbet) S. Bicke’i de eksik bir tek mimik, bir tek jest kalmaksızın mükkemmel bir şekilde doldurmuş. Bicke’in konuşurkenki tutukluğu, sesinin çıkmayışı, hayatın içinde küçük ve önemsiz bir ayrıntıdan ibaret oluşunu, ama bütün bu tutukluğuna rağmen, belki ayaklarıyla değil ama bakışlarıyla, dimdik duruşunu bir bedende toplayıp sahnelemiş. Ama herşeye rağmen can acıtan gerçek: “Onlar kalabalık ve güçlü bense tamamen yalnız ve çaresizim.” “Küçükken, kaba biri olmamayı öğrendim Bay Bernstein, ama bana saygı duymayan bu insanlarla ne yapabilirim ki?”

Sonuç elbetteki kanserli sistemin şu anki başarısıyla mantıklı biçimde örtüşüyor: Hüsran. Fakat bu hüsran kimin? Samuel Bicke’in olmadığı kesin. Çünkü o reddetti ve düşe kalka da olsa tepkisini gösterip aramızdan ayrıldı. Tıpkı ‘Tutunamayanlar’ın şanlı kahramanı Selim Işık gibi. Ya da AlyoşaDostoyevski’nin Alyoşa’sı gibi durmadan sızlamaya devam eden bir vicdan olarak kalmak mı hüsran? Ya da, aslında bir övgü olan “çocuk” sıfatını küçümsemek amacıyla kullanmak mı?

[i] “Anlatın bunları. Gerçeklerimi anlatın. Nedenini anlatın.”

[ii] Bicker: (Sanırım argo) “İncir çekirdeğini doldurmayacak kadar önemsiz.”

 

+ There are no comments

Add yours