Madunun Dili Olarak Şiddet

(Şiddet üzerine karalamalar)

 

“Kolektif dile yaşam alanı açılmazsa, öznenin sesi diğer bütün sesleri (mırıltıları) bastırmaya devam ederse madun şiddetin dilini benimseyecektir. Çünkü her varlık gibi o da varlığının bilinmesini ister.”

(Yukarıdaki bu iki cümleyi 19.03.2014 tarihli maduniyet notlarımın arasında buldum. Bir alıntı mıdır yoksa ben mi yazmıştım hatırlamıyorum ama her halükarda altına imzamı atarım diye yazının başına iliştiriyorum.)

 

Şimdi de çalakalem yazmaya başlıyorum:

Hiç unutmam, doksanlı yıllardı sanırım, bir MHP kongresinde seçimi kaybeden taraftan olduğunu sandığım Ülkü Ocakları reisi (ismi Azmi’ydi sanırım) kargaşanın arasından çıkarak kürsüye gelmiş ve mikrofona eğilerek “Artık söz bitmiştir” dedikten sonra eliyle kürsüyü devirmişti. TV’den seyretmiştim. Oradaki anlaşmazlığın detaylarını çok hatırlamıyorum ama o söz ve ardından yapılan hareket hafızamdan silinmedi hiç.

Sonrasında, on küsür yıldır yaşadığım semtte tanık olduğum çeşitli şiddet manzaralarını (bazılarında süreci başından itibaren izleme şansım da oldu) da art arda ekleyince şiddetin, ilk bakışta, benim için anlaşılması epeyce zor ve karmaşık bir dil olduğunun ayırdına vardım. Olup biteni, bana ilk başlarda çok tuhaf gelen bu ruh hallerini seyrederken, eş zamanlı olarak yaptığım maduniyet okumaları, bu dili, anlamak demeyelim de, tanımam konusunda epeyce aydınlatıcı oldu.

Artık şiddetin bir tür dilsizlik hali olduğunu düşünüyorum. Dilsizlikten kastım lâl olma durumu değil. Sözünün duyulmaması, daha da beteri, dinlenmemesi, yani yankılanmaması… Sen avaz avaz bağırsan da sesinin bir yerden sonra kendi kulağına bile mırıltı gibi gelmesi. Delirmenin hemen öncesi yani…

Tevafuk bu ya, ben bu semtteki insanların haletiruhiyesini anlamaya çalışırken birden bire Kürtleri fark ettim. Ne kadar da benziyordu, haklı olduğunu bir türlü karşısındakine anlatamayan esnafın zabıta memuruna kafa atmasıyla Kürtlerin silahlı bir örgüt kurup devlete savaş açması… Esnaf haklıydı, biliyordum ama ne önemi vardı ki, zabıta memuru onu dinlemiyordu bile, çünkü yeni üniformalarıyla kendilerini daha bir polis gibi hissediyorlardı. Ve ben kafatasından çıkan o kemik sesini duyduğumda hayatımda ilk defa korkudan önce tuhaf bir adalet hissiyle irkilmiştim.

“Medeni” insanlara göre bu çoğunlukla bir acizlik hali gibi görünebilir. Yani “’medeni’ bir şekilde konuşup anlatamıyorsun derdini, sonra da şiddete başvuruyorsun” hali… Kabalık, barbarlık, teröristlik vs.

Gerçekten bu kadar basit mi acaba?

14 Ocak Çarşamba gecesi Charlie Hebdo’dan alıntılar yayınladığı için (eylemcilere göre İslam’ın düşmanlarına destek olduğu için) Cumhuriyet Gazetesi’nin önünde eylem yapan adamların pankartındaki slogan “kahrolsun” yerine “hüzünlenme” sözcüğüyle başlıyordu. Sonradan o pankartı internette bir daha görünce de tuhaf hissettim kendimi… Hayır, aymazca bir romantizmden bahsetmiyorum. Tesadüfen Şişli’deydim o gece ve yanımdan geçen 1.90 boylarında uzun sakallı üç adam beni de ürküttü. Ve elinde koca koca silahlarla karikatür çizen yaşlı başlı insanları öldüren gençler beni de epeyce korkutuyor. Ama bu şiddeti besleyen, böyle patlatan şeyin dolaysız olarak dinle ilgisi olduğuna inanmak, en hafif ifadeyle bana biraz saflık gibi geliyor. Hele de saldırganların Fransa’da doğup büyüdüklerini öğrendikten sonra…

Bir Müslüman’ın Doğu Türkistan’da, Filistin’de, Mısır’da ve benzer birçok yerde ve durumda sesinin sürekli boğazına tıkanmasını, en ufak hareketinde (Arap Baharı gibi) “aynı” merkez tarafından daha sert hamlelerle bastırılmayı deneyimledikçe bir dil olarak şiddeti keşfetmesi, kabullenmesi, içselleştirip bunu sonuna kadar kullanmaya kalkışması bana o kadar da tuhaf gelmiyor.

Ya da, mesela Ruslar: Boris Yeltsin dönemini hatırlıyorum, dünyaya kafa tutarak sosyalizmi tecrübe etmiş koca bir millet Batı (ABD) karşısında tam bir sefalet hali yaşıyordu. Artık madun durumundaki Ruslar da Putin’i keşfettiler ve sonuçları malum: Daha dün Ukrayna’da yapılanlar, şimdilerde Putin’in Avrupa Birliği karşıtı sağcı partileri ve dernekleri desteklemesi vs… Avrupa’yı kasıp kavuracak bir faşizm rüzgarından Putin’in ve Rusların mutsuzluk duyacağını hiç sanmıyorum. Aşırı hareketler ve ölümlü olaylar karşısında bile belki vicdanları biraz titreyecek ama hemen geçmişi hatırlayıp, en kötü ihtimalle içlerinden gülümseyeceklerdir.

Tıpkı toplumun bir kesimi tarafından aşağılandıklarını hisseden AKP seçmeninin her seçimden sonra yaptığı gibi…

Şimdi aklı başında her Müslüman Paris’teki olaydan ötürü utanç duyuyor, hiçbir şartta böylesi bir saldırıyı destekleyemeyeceğini söylüyordur kendine elbet. Ama aynı zamanda bir memnuniyet duyduğunu da inkar edemiyordur. Çünkü en kutsal değeriyle alenen dalga geçen bir karikatür dergisine karşı aciz olduğuna, sesinin/gücünün o dergiye yetmeyeceğine emindir. Bir Cezayirlinin Fransa’dan, Ruandalının Belçika’dan, Iraklının veya Mısırlının ABD’den ve Avrupa’dan nefret etmesiyle haksız yere işten çıkarılan bir işçinin ya da göçük altında kalan madencinin patronundan, kocasından zulüm gören bir kadının erkeklerden, sevgilisi tarafından aldatılan adamın kadınlardan nefret etmesi bana çok farklıymış gibi gelmiyor. Bir Müslüman’ın Charlie Hebdo’dan nefret etmesiyle Bir Yahudi’nin Hitler’den nefret etmesindeki benzerlik gibi.

Bütün bu nefretin iki ortak noktası var: Mağduriyet ve korku.

Nefret edenler hep mağdur olanlar (ve nefretleri fazlasıyla gerçek). Ve bütün bu nefret, arkasındaki büyük korkudan ötürü ciddi miktarda şiddete dönüşme potansiyeli taşıyor. Korkunun adı ise “tamamen dilsizleşmek”, yani madun olma eşiğinden geriye düşmek, enerjinin/gerilimin boşalması gibi düşünün; yani yok olmak, yok sayılmak gibi… Bu, çoğu zaman ölmekten/öldürülmekten beter bir durumdur. Çünkü öldüğün zaman iş biter, oyunun dışında kalmışsındır zaten. Ama bu korkuyla yaşamak, kimsenin sana çarpmadığı bir oyunda sahanın ortasında kalakalmaktır. Seyirci de değilsindir, oyuncu da değilsindir. İşte burada gerçekten çok büyük bir şiddet potansiyeli vardır.

Bütün bu karalamalara,

“Kaba kuvvet emperyalistlerin duyabildiği tek dildir ve hiçbir ülke şiddete başvurmadan özgür olamaz,” diyen Nelson Mandela’yı da katıp Frantz Fanon’un şu sözlerini hatırlatalım: “Şiddet, bireyi nesne olmaktan özne olmaya doğru evirecektir.”

Karaladığım, bir bakıma şiddeti mazur gören/gösteren bütün bu laflardan sonra aynanın karşısına geçip kendimi yeniden yokladığımda içimde şiddetten bir eser olmadığını da görüyorum. Bunun sebebini düşününce, ya hiçbir zaman gerçekten mağdur olmadığım ya da aslında pek de korkak biri olmadığım sonucuna yaklaşıyorum. Ama, asıl sebebin, (kışkırtıcı olmak istemem ama kendi hakikatimi dile getiriyorum sonuçta) mesela bir Müslüman olarak Peygamber’i “es geçen” şimdi ismini saymak istemediğim bir yığın Kuran yorumcusundan ziyade gönlümün Abdülkadir Geylani’ye meyletmesi olduğunu biliyorum. En basit örneğim şudur: Fakirlikten yeterince korkmuyorum, çünkü “bir lokma bir hırka”yı erişebileceğim (erişmeyi hayal edebileceğim) en büyük zenginlik olarak görüyorum. Burada fakirlik ve zenginlik yerine istediğiniz kavramı koyabilirsiniz. Sonuç değişmeyecektir.

Batı ya da emperyalistler dediğimiz devletlerin (ya da en basit haliyle zalimlerin) hiçbir zaman bitmeyeceği, kendi üstün menfaatleri için zulmetmekten de çekinmeyeceklerini düşününce, hürriyet kavramını yeniden (aşkla birlikte) sorgulamakla, onurlu bir ölüm için ölesiye savaşmak arasında bir seçim yapmak zorunda kalıyor insan. Kolektif bir dil (ya da dilsizlik) olarak şiddetin başka türlü nasıl söndürüleceğini bilmiyorum.