“Konum = Hız x Zaman” üzerine düşünceler (deneme)

Önce köle-efendi diyalektiği diye bir şey vardı. Efendiler “köle” dedikleri ya da “köle” gördükleri bir takım ötekilere bir tür ‘impuls’ uygulayarak onları sömürmeye kalktılar. Fakat her etkiye olduğu gibi bu impulsa da bir tepki oluştu ve “köle”ler özgürlük diye bir direnç geliştirdiler. Birisi “ben efendiyim” dediği sürece bu özgürlük denen direnç her zaman ister istemez oluştu ve reaksiyonlar sonucu ortaya büyük enerjiler dağıldı.

Şimdiyse bir “büyük hız”dan söz etmek gerekiyor. Bir yerden bir yere “daha çabuk” gidebilmek için icadedilen makinelerin içine giren (ya da üstüne binen) insanlar konum karşısında zamanı kısaltmayı ve sonunda zamana karşı bir üstünlük sağlamayı başardılar. Fakat bir takım fiziksel realiteler gereği azalan zamanın ortaya çıkardığı boşluk, konumun kısalmasıyla değil hızın artmasıyla sonuçlandı. Hız arttı ve öyle büyük değerlere ulaştı ki, sonunda konum artık bir nötasyon olmaktan çıktı. (Coğrafyanın sonu) Öte yandan, dengesini yitiren bu denklemde zaman da payına düşeni, “anlamsızlaşarak” almış oldu.

“Basit şizofrenik gerçekliğin” tanımı da ancak bu noktada yapılabildi: Belli bir hızın üzerine çıkan cismin kütlesi dağılır ve enerjiye dönüşür. Yeni bir kavram türedi ve adı “parçalanmışlık” oldu. Varoluş iddiasının “bir olmak” ya da “bir’e ulaşmak” olduğunu düşünürsek insanın, bu kadar çok parça ve bunca dağılmışlığı bir tek bilinçle kavrayabilmek/anlayabilmek için kişinin büyük bir hıza ulaşması gerektiğini görürüz. Zira gövdeden kopan her parça dış dünyada süre giden `büyük hız`a kapılıp savrulmaktadır ve artık yekpare bir gövdeden de bahsedilemeyeceği için aynı anda bütün `ben`lerini bir araya toparlamak, ancak o büyük hız’a erişebilmekle mümkündür, mümkün görünmektedir.

Öte yandan parçalanıp dağılmış ben, kendisine uygulanan impulsu da hissedememektedir artık. Çünkü değil itmeyi, dokunuşu bile hissedemeyecek kertede dağılmıştır ben. İşte bu ben’e “düşleri bile çarmıha geriyor yaşam” ya da “İsa çarmıha gerilmedi ki!” demenin, kendisine uygulanan “şiddet”e tepki vermesini beklemenin hiçbir faydası olmayacaktır. (Mizan’da doğru dürüst tepki alamamamızın nedeni de budur bence) Zira ortada “ben özgürüm” diyecek bir tekseslilik olamamaktadır. Yani bir kişi bir araya gelip bir bomba olamayacaktır.

Peki “bir” olabilmek pahasına o hıza ulaşmaya çalışmak, bunun sonucunda konumdan soyutlanmak zorunda kalmak, yani başlangıç noktanı yitirmek, yani evinin yerini unutmak, yani bir evin olduğunu, olabileceğini umursamamak kişiyi ne tür bir çıkmaza sokacaktır? İşte düğüm noktası burasıdır. Şimdi etrafa saçılmış kemik parçalarını bir araya getirmeye çalışmak, bunu ummak, bu yolla bir kurtuluş beklemek insanoğlunun kendine edeceği, arzu kültürünün nesnesi olarak kendini “büyük hız”ın sarhoşluğuna kaptırmasından çok daha büyük bir kötülük olacaktır. Buraya konulacak bir virgülle Nietzsche bambaşka bir akılla (melezlik bilinci ismini verebilirim ben şahsen, içinin doldurulması ve enikonu açılması gereken bu akla) yine, yeniden hesaba çekilebilir/çekilmelidir -başlık elbette ki “arzu kültürü” olacaktır-. Burada-bu zamanda en doğru-akılcı edim “samimiyet” sözcüğünü bütün karmaşıklığıyla musallaya yatırmaktır. Hakikilik, asalet şimdi her zaman olduğundan çok daha geniş bir alana kutsallık kazandırmalıdır. Önemli olan etrafa dağılmış olan parçaları bir araya toplayıp birbirine yamamaya çalışmak olamaz. Parçaların varlığından haberdar olan bilincin hakikiliği ancak söz konusu çelişkiyi çelişki olmaktan kurtarıp kutsal bir dengeye dönüştürebilir. Ama önce Nietzsche üzerinden arzu kültürü içinde insanın yerinin belirlenmesi şarttır kanımca. Özgürlük istemini hangi “sabit” nokta üzerinden dillendirebilirsin artık? “Büyük hız”a karşı senin eylemin ne olabilir?

 

+ There are no comments

Add yours