Modernite, İslam, Muhafazakarlık

Türkiye’deki muhafazakârlığın Batı’daki ideolojik bir sistem olan muhafazakârlıkla ilişkisinin olmadığını belirtmek gerekir, Batı muhafazakârlığı, aristokrasinin temel değerlerine referansla oluşmuştur, her ne kadar bugün, o sınıfı yeniden toplumun hâkim unsuru haline getirmek gibi bir amacı olmasa da. Türkiye’de ise muhafazakârlık sadece dinle irtibatlı bir kavramdır.

Hasan Bülent Kahraman

Toplumsal kuramın (sosyal teori) en önemli ve çetre­fil konularından biri mo- dernitedir. Üzerinde hâlâ uzlaşmaya varılmamış, çok uzun bir süre de zorlu tartışmalara zemin ol­muş modernite, 20. yüzyılın sonu ile 21. yüzyılın başında yeni bir dö­nemeç aldı. Fransız Devrimi’nin er­tesinde sistemli bir ilerlemecilik ve dönüşüm olarak kendini gösteren ve bir durum olan modernitenin bir süreç olarak tanımlanması anla­mına gelen modernleşme, özellikle bu dönemde ortaya çıkan bazı yeni toplumsal oluşumlarla yepyeni bir içerik kazandı.

Gerçekten de 19. yüzyıl başında pozitivizmin dünyaya tepeden tır­nağa açıklayan bir anahtar olması, özünde bilimin bir öncü ve yol göste­rici olarak benimsenmesine dayanı­yordu. Bilimin tartışılmaz hâkimiyeti çok önemli iki sonuç doğurmuştu: Herhangi bir önerme, hangi planda olursa olsun, somut değerler içermek zorundaydı. Söz konusu önerme aynı zamanda nesnel bir gerçekli­ğe dayanmalıydı. Her iki kabulü ha­zırlayan da andığımız dönemin bi­limle ve bilimselcilikle olan içli dışlı ilişkisiydi. Çünkü bilimin somut ve nesnel olduğuna inanılıyordu. Böylesi bir önkabul ve koşul ister istemez öznelliklerin devre dışı bırakılması/ kalması anlamına geliyordu. Bura­dan hareketle, modernleşmenin 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl sonu ara­sındaki bir asırlık serüveninin son derece katı bir muhakemeye dayan­dığını söylemek zor değil.

Gene 20. yüzyılın sağdan ve sol­dan gelen büyük ideolojik sistemle­ri, hangi derece ve düzeyde olursa olsun, modernleşmenin bu muha­kemesini toplumsal bir sisteme dö­nüştürme amacını gütmüştü. Bu­gün geriye dönerek bakıldığında büyük totaliter sistemler olarak nitelendirilen ideolojik, hatta doktriner anlayışlar, aralarındaki ideolo­jik farklılıklara rağmen son kertede birer toplumsal kalkınma kurumu olarak tanımlanabilir. Faşizm de, ko­münizm de denendikleri dönemler­de toplulukçu/cemaatçi (communita­rian) bir öze sahipti ve ikisi de gene büyük felsefi önkabul farklılıklarına rağmen birer modernleşme yöntemi olarak beliriyordu.

Her iki yönetim anlayışının da mo­dus vivendi’si devletti. Devlet, Hobbes tarafından su canavarı Leviathan’la özdeşleştirilmişti. Almanya’da Nas­yonal Sosyalizmin iş başına gelişini irdeleyen ve Hobbes’un yapıtı kadar klasikleşmiş kitabında Fritz Neu­mann ise içinde yaşadığı, tanık oldu­ğu bu yeni devlet anlayışını bu defa kara canavarı Behemoth ile özdeşleş­tiriyordu. İster o isterse diğeri olsun, son kertede, değindiğimiz modern­leştirici totaliter yönetimlerin hegemonik unsuru devlet bir canavardı.

Esas itibariyle devlet, toplumu kendi hâkimiyetini benimseyen bir cemaate dönüştürme ve bir ortak bi­linç, hatta bilinçdışı yaratmak mak­sadını güdüyordu. Çünkü modernitenin devleti kendini Hegel’in muhakeme ettiği biçimde aşkınsal ve zamanın tini olan bir örgüt şek­linde telakki ediyordu. Bu muha­keme içinde Hegel, toplumu, sivil toplum kurumlarının “eksik/yetersiz devlet” olarak görüyordu. Tam ve mükemmel halinde nesneleşmiş zi­hindi (objectified mind) devlet. Hegel modernitenin felsefecisiydi ve dos­tu Niethammer’e yazdığı mektupta, Jena Savaşı’ndan hemen önce kentin bir sokağında at üstünde Napoleon’la karşılaşmasını anlatıyor ve onu “dün­yanın tini” (“this world soul”) olarak tanımlıyordu.

Dolayısıyla modernitenin devle­ti kolaylıkla “dünyanın tini” diye ta­nımlanacak bir kişiyle özdeşleşe- bilecekti. Nesnelliğin diktatoryaya açılımını bundan daha kolay ve güç­lü olarak dile getiren ikinci bir an­latım bulmak olanaksızdır ki, 20. yüzyılın büyük macerasının özetini de gene bu kabullerin içinde aramak gerekir. O nedenle 20. yüzyıl bilim- selciliğinin, dolayısıyla modernizminin kaynağı olan Avrupa, Mazower tarafından “karanlık kıta”, Judt tara­fından da “büyük yanılsama” olarak adlandırılacaktı. Fransız Devrimi’nin getirdiği “özgürlük”, bütün kurucu zihniyetiyle birlikte bu noktada kristalize olacaktı. Bu nokta modernleş­menin özetiydi.

3-hegel

20. yüzyılın bu kanlı ve acı oyunu köylü toplumların sanayi toplumlarına dönüşmesine yol açan modern­leştirici totaliter sistemlerin arasında cereyan eden ve yüz milyonlarca in­sanın ölümüyle sonuçlanan sıcak sa­vaşlara yol açmakla kalmadı, Soğuk Savaşı da doğurdu. Soğuk Savaş as­lında eşitsiz bir savaştı. Bir tarafta, Doğu’da, SSCB’de hâlâ sistemli bir devlet hegemonyasının bünyesinde cereyan ederken, öte yanda Batı’da bu savaş, benzeri bir dürtüye sahip olmakla birlikte, devlet (kamu) ala­nının gitgide daralmasına ve sivil ala­nın genişlemesine yol açıyordu. Modernitenin, 1848 sonrasında ürettiği en sistemli kavram olan sol ve sosya­lizm Batı’da tam 120 yıl sonra, 1968 yılında patlayan yeni algıyla gerçek manada bir özgürleşme olanağı ya­ratıyordu. Solun, Amerika Batı yaka­sı kampüslerinden başlayarak Paris sokaklarına yayılan dalgası, Hegel’in daha 19. yüzyılda tanımladığı sivil topluma dönüşten önce onu anım- sayışı ifade ediyordu. Türkiye’deki deneyimden çok farklı dinamiklere sahip olan bu oluşum sadece genç­lerin sokaklara dökülmesi değildi. Çok daha geniş bir havzadan besle­nen, çok daha Önemli bir hareketti ve özünde yeni bir zihniyetin ipuçlarını barındırıyordu.

İpucu dediğim bu olgu, Fransız postyapısalcı hareketiydi. Bu ma­nada sadece Foucault’nun yapıtı­na bakmak yeterlidir. Daha 1961’de, bugün bir klasik ve başucu kitabı olan Deliliğin Tarihi’ni, 1963’te Kli­niğin Doğuşunu, 1966’da Sözcükler ve Şeyler’i (Şeylerin Düzeni adıyla İn­gilizceye çevrildi), 1969’da Bilginin Arkeolojisi’ni yayımlamıştı. Bu, kla­sik modernitenin kuramsal yapısına dönük olağanüstü derecede şiddet­li, o yapının hâkimiyetinde biçim­lenmiş bireyin arkeolojisine dö­nük olağanüstü derecede ayrıntılı bir çözümlemeydi. Modernite bü­yük bir reddi mirasla karşı karşıyay­dı. Çok farklı bir kulvarda bulunsa dahi Derrida’nın gene Batı metafi­ziğinin bilinç kurucu muhakemesi­ni çözümlediği üç önemli kitabı aynı yılda, 1967’de yayımlanmıştı. 19601ı yılların, ayrıca, hayatının projesinin

Manda Freud’u buluşturmak oldu­ğunu söyleyen Sartre’ın çok önem­li etkinliğine sahne olduğunu unut­mamak gerekir. Buna Barthes’ın, Kristeva’nın, Todorovun etkisi­ni katmak şart. Maocu bir tavır al­makla birlikte Tel-Quel dergisinin bu “avant-garde” düşünceye çok verimli bir zemin ve imkân hazırladığını da kaydedelim.

Bu arada çok önemli birkaç politik gelişme de modernist kurumsal yapı­nın sorgulanması bakımından önem­liydi. Birincisi daha 1965’te Furet’nin yayımladığı iki ciltlik Fransız Devri­mi başlıklı kitaptı. Furet, sonradan çok önemli bir metodolojiye dönü­şecek kitabında Fransız Devrimi’ni sistemik kabulü içinde alabildiğine eleştiriyordu. Söz konusu eleştirisi­ni hâkim sistemi ve gene hâkim sol ideolojiyi kapsayacak şekilde yapı­yordu. Fransız Devrimi’nin demok­rasiyle ilgisi bulunmayan, tersine, antidemokratik yapıları Batı siyasal hayatına aktaran bir otokratik “me­kanizma” olduğunda ısrarcıydı.

4-foucaultFuret’nin bu eleştirisi aslında reel sol sistemlerin, bilhassa SSCB mode­linin eleştirisiyle iç içeydi. O arada çok önemli üç olaydan söz edilebi­lir. Birincisi, 1956 SSCB kongresin­de Kruşçefin, konuşmasıyla Stalinist döneme getirdiği eleştirilerdi. Aynı yıl Sovyet tankları Macaristan’a gir­miş ve oradaki hareketi bastırmıştı. İkincisi 1968 yılı Prag olayları, üçüncüsüyse Kadife Devrim’in ezilmesiydi. Her üç olay da Batı toplumlarındaki özgürlük arayışlarını yeni bir evreye itmişti. Buna Amerika’nın Vi­etnam müdahalesi eklenebilir. Söz konusu müdahalenin kısa sürede bir Soğuk Savaş malzemesine dönüştü­rülmesine mukabil, Amerikan ka­muoyunda 1968 olaylarını tetikle- yen bir etki yaratmıştı. Solun yerleşik eleştirisinin yanma bu eleştirinin gel­mesiyle ortaya daha geniş bir “devlet dışı özgürlük” arayışının çıktığını be­lirtmek gerekir.

 

1960’ların oluşturduğu bu yeni düzen bütün olanaklarına rağmen hâkim sistemin yaklaşık bir on yıl daha tartışmasız şekilde devam et­mesini engelleyemedi. Dönemin 1979-1981 yılında kapandığını söy­lemek mümkün. Üstelik söz konu­su kapanış hayli çapraşık ve çelişkili bir öze sahipti. 1970’lerin ekonomik bunalımından sonra 1979 yılında İngiltere’de Margaret Thatcher işba­şına hayli ilginç bir biçimde geliyor­du. Thatcher, çok açık biçimde solu reddediyordu. Solun getirdiği her türden kazanımın artık aşılması ge­rektiğini vurguluyordu. İddiaları ka­muoyunda önemli bir kabul gör­müş ve seçilmişti. Onu 1981 yılında Reagan’ın seçimi izliyordu. İki poli­tikacı da aynı muhakemeye sahipti.

***

Yeni muhakeme iki yeni kavram üretti: Yeni Sağ ve neoliberal düzen.

Yeni liberal düzen açık bir biçim­de liberal doktrinin toplumsal dönü­şüm için yeterli olduğunu belirtiyor­du. Adam Smith’in dinsel bir kurgu da içeren “yapsınlar-geçsinler” ilkesi yeniden devreye girmişti. Batı kapi­talizmi büyük bir dönüşüm eşiğinde bu ilkeyi bir doktrin olarak benim­semiş ve tabulaştırmıştı. Bu yaklaşı­mın devlet denen katı ve hegemonik yapıyı kısmen erittiği, gevşettiği bir gerçektir. Ekonomik alandan çekil­mesi gerektiği iddia edilen devletin siyasal düzeyde ve toplumsal alanda daha fazla hâkim olmasının güçlüğü açıktı. 1968’in sol bir açıdan getirdiği devlet eleştirisinin iç çelişkileri ve kı­sıtlamaları bu yoldan yeni bir döne­me eklenmişti.

2-fukuyama

 

Neoliberal hareket özünde libe­ral bir çekirdeği kapsasa dahi özel­likle piyasa ekonomisi hakkındaki çok ısrarlı kabulüyle liberalizmle hiç bağdaşmayacak bir hegemonik söy­lem geliştiriyordu. Hele 1990’lann başında Fukuyama’nın makalesi işin tuzu biberiydi. Fukuyama, neoliberalizmle birlikte tarihin sona erdiği­ni iddia ediyor, bu sisteme geçmemiş toplumları da zımnen tarihöncesi sa­yıyordu. Zaten devletçi ideolojisini tasarlayan bir kurumda görevli Fu­kuyama, bu makalesiyle Amerika’nın yeni politik, müdahaleci stratejisini oluşturuyordu.

Buna karşılık öte yanda Yeni Sağ ideoloji mevcuttu. Bu ideoloji neoliberalizme göre daha da çetrefil­di. Çünkü Reagan tarafından özel­likle benimsenen Yeni Sağ söylem, her ne kadar neoliberal ekonomik bir yapıya işaret etse de açık bir bi­çimde “Amerika’yı yeniden güçlü kıl­ma” göreviyle kendini tanımlıyordu. Dolayısıyla, Yeni Sağı alabildiğine tu­tucu, bu bağlamda klasik doktrinine uygun biçimde devletçi bir yaklaşım olarak görmek gerekirdi. Böyle bir anlayışın, neoliberal hareketle taban tabana zıt olduğu muhakkaksa da bu çelişkinin 1980’lerin iklimini meyda­na getiren bir özellik olduğunu be­lirtmek gerekir. Kaldı ki, 1980’lerin hemen başında AIDS’in keşfedilmesi, sistemin tutuculuğunu artırması ve aile, çocuk, tekeşlilik gibi kavramları öne çıkarması bakımından önemliy­di. Açıkçası, 1968’in özgürlükçü ara­yışları ve hamleleri 1980’in başında ortadan kalkıyordu.

Böyle bir gelişmenin tek odak­lı bir açıklamayla geçiştirilmesi ola­naksız. Yeni dönemi doğuran önem­li farkı liberal hareketin eteklerinden çıkmış saymak gerekir. Liberaliz­min devlet dışı modeli hızla eski bir kavramın yeniden gündelik haya­ta karışmasına ve sistemik hale gel­mesine yol açtı. O da sivil toplumdu. Hegel’de de, Marx’ta da bulunan bu kavram 1980 sonrasındaki yeni dü­zenin çekirdeğiydi. Kendi kendine örgütlenen, kendi kendini üreten bir toplum arayışının Batı’da bu derece hâkim hale gelmesinin bir diğer ne­deni ise 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasına doğru giden dönem­de Doğu Blok’unda yaşananlardı. Polonya’da ortaya çıkan direniş ha­reketi, SSCB’de artık daha fazla geriletilemeyen samizdat (muhalefet) hegemonik devleti sivil toplumla tersyüz ediyordu.Bununla birlikte dönemin post­modern bir dönem olduğu açıktır. Yukarıda sözünü ettiğim ve Fran­sız Yapısalcılık Sonrası çalışmala­rı bu bakımdan hayatiydi. Postmo­dern yaklaşımlar modernitenin sert çekirdekli tüm tutumlarını, biraz da gene yukarda dile getirdiğim neoli­beral, Yeni Sağ ortamın vurgularıyla birlikte aşmıştı. Bu yeni dönemin en önemli olgusu öznellik (subjectivity’) kavramıydı. Daha önceki bilimselci- pozitivist nesnellik tutkusu ve bunun hâkim devlet anlayışıyla iç içe geçen ideolojik dokusu bu yeni dönemde öznellik kavramıyla aşılıyordu.

Nihayet 1980’ler tamamlanırken 1989 yılının son ayında Berlin Duva­rı yıkıldı. Bu, 70 yıllık bir “kült’ün de yıkılması anlamına geliyordu. Reel sosyalizm, bürokratik bir sistem, hegemonik ve merkeziyetçi bir dev­let, seçkinci bir tutumla ve kesinkes modernleştirici, doktriner bir ideo­loji olarak ortadan kalkıyordu. Modernitenin, 20. yüzyıldaki içeriğiyle daha fazla söz konusu olması müm­kün değildi. Bütün yeni gelen ideolo­jik hareketlerin ilk dönemlerinde sa­hip oldukları iyimser ve özgürlükçü tutum, bu evrede de kendini göste­riyordu. Söz konusu tarihsel gelişme, ulus devletin sonunu ilan etmekten, tanımını Deleuze’de bulan bir yersiz – yurtsuzlaşma kavramına kadar geniş bir kavram yelpazesini açıyordu. Yeni teknolojik gelişmeler, iletişim alanın­daki yenilikler bu süreci destekli­yordu. Modernitenin alametifarikası olan zaman-mekân eşanlılığım orta­dan kaldırıyordu. Zaman ve mekân, insanın onlarla olan varlıksal ilişkisi köklü bir dönüşüme uğramıştı.

 ***

 1990lardan itibaren bu “yeni dü­zen” farklı bir gelişmeyle daha da ile­ri bir noktaya taşındı.

1-said

Batı uygarlığının “iç yüzü” ilk kez 1978 yılında Edward Said’in yayımladığı Oryantalizm isimli kitapla açı­ğa çıkarılmıştı. Said, Batı’nın, hayali bir Doğu yaratarak onu sömürgeleş­tirdiğini, bunu kültürel planlamalar üstünden gerçekleştirdiğini geriye dönüşsüz biçimde ortaya koyuyor­du. 1990ların başında kitap artık neredeyse bir “kutsallık” kazanmış­tı. Bilim dünyası, Sömürgecilik Son­rası Çalışmaları, Kültürel Çalışmalar, Feminist Çalışmalar alanlarında, hat­ta Görsellik Çalışmaları alanında söz konusu oryantalizmin iç dinamikle­rini irdeliyordu. Batı’nın sistemleştir­diği ve moderniteyle özdeşleştirdiği beden, kimlik, aidiyet, temsil, bel­lek politikaları yeni bir evreye taşmı­yordu. Tüm bu alanlar modernitenin “zehirli” özünü delik deşik ediyor­du. Tekrar edelim, Fransız Yapısalcı­lık Sonrası düşünürlerinin bu sistemik çözümlemede eşsiz bir etkisi ve gücü vardı. Düşüncenin sözü, o top­raktan derleniyordu.

Söz konusu dönemin doruk nok­tasını İslamın gündelik hayata yürü­yüşü ve girmesi oluşturuyor. İslam, Batıyı modernitenin, değindiğimiz nesnellik-bilimsellik ekseninde ve onun kristalizasyon noktası olan la­iklik noktasında vuruyordu. Katı, dar, içedönük, dışına kapalı, nega­tif bir laiklik anlayışı ve dayanakla­rı şimdi İslamın bir din olarak, ama Batı toplumlarında ve Batı’yı mo­dernleşme bağlamında benimseyip içselleştirmiş Türkiye gibi toplumlar- da “dışarlıklı/yabancı bir din” olarak indirdiği darbeyle çatırdıyordu. Bu yeniden dirilişin ortaya çıkmasında 1978 İran Devrimi’nin oynadığı rol açıktı.

İran Devrimi, sadece İslam ülke­lerinde yeni bir “uyanışın” fitilim ateşlemekle kalmamıştı. 1980lerin ikliminde ortaya çıkışıyla Batılı dü­şünürleri de etkilemişti. Foucault, sonradan değiştirecekse de başlan­gıçta, devrimi Hegelci bir anlayışla, sivil toplumun şahikası olarak nite­lendiriyordu. Doğu toplumları ise, İslamın yeniden kitlesel bir hareket­le temelli bir özgürleşim imkânına dönüşebileceği kanısındaydı. Hele, devrimin Şiilik gibi İslamın “maz­lumları” ve “mağdurları” tarafın­dan gerçekleştirilmesi, Sünni çoğun­luk düzeyinde de değişik bir algıya yol açmıştı. Devrimi gerçekleştiren azınlığa bir İslam içi politika olarak karşı olsa da kendini Batı karşısında dışlanmış sayan Sünnilik, bu defa Şi­iliğin üstlendiği “mazlum” kimliğiyle bütünleşiyordu.

1980lerde daha örtük kalan bu hamle 1990larda yukarıda belirt­tiğimiz Batı metafiziğini çözümle­yen ve çözen düşünsel yaklaşımlar­la yeni bir evreye ulaştı. Müslüman kimliği şimdi Batı’nın ezdiği, sömür­düğü, ötekileştirdiği, ikincilleştirdiği her unsurun bayrağı halindeydi. Modernitenin hızla tüketildiği bir or­tamda, o sırada Batı, ayrı bir ikilem yaşıyordu. Her ne kadar Yeni Sağ üstünden aile gibi, vatan gibi daha toplulukçu önermelerde bulunuyor­sa da Batı, neoliberalizmin atomistik bireyi öne alan anlayışını bir kere daha deniyordu. Oysa aynı dönemde İslam sadece Batı metafiziğinin çö­küşünü değil, söz konusu bireycilik bağlamında, insana sağladığı ekono­mik imkânların tükendiğini de vur­guluyordu. İslam, dokusunu meyda­na getiren sosyalizan modeli Batı’ya karşı kesin bir seçenek haline getir­mişti ve bu, geniş bir yankı buluyor­du. Kısacası, Batı’nın bilinçdışı ve günah keçisi şimdi Batı’yı vuran bir güce dönüşmüştü.

 

İslam, Batı uygarlığında 1970’ler- de, ezilmişlerin kendilerini solla öz­deşleştirmesine benzer bir dinamik içinde gelişti. Özellikle Amerika’da bu gerçek genel bir kabul görüyor. Bilhassa Afrikalı Amerikalılar İslam’a yöneliyor. Kıta Avrupası’nda ise du­rum biraz daha farklı. Avrupa’nın or­tasında 55 milyona yakın Müslüman yaşıyor. Bu kitlenin, Müslümanlığını Afrikalı Amerikalılardan daha fark­lı bir anlayışla keşfettiği açık. Müs­lümanlık, şimdi özellikle Fransa gibi asimilasyonist ve bu asimilasyonu “cumhuriyet” üstünden gerçekleştir­meyi öngören toplumlarda tam ma­nasıyla bir direniş özelliği taşıyor. Batı’daki Müslüman-Hıristiyan ça­tışmasının “ötekileştirme” üstünden meydana geldiği kuşkusuz. Moder­nité şimdi, daha önce kendi dışın­daki dünyaya karşı kullandığı araç­ların kendine yöneldiğini görüyor. İslam, bugünkü Avrupa’nın toplum­sal kuramdan ekonomik yapılanma­ya kadar her düzeyde sadece “yıkıcı” (deconstructivisö) değil, aynı zamanda kurucu (constitutive) bir unsur.

 ***

 Bitirmeden önce kısaca Türkiye’de­ki duruma da değinmek gerekir.

Özellikle 1990 sonrasında ana hat­larını yukarıda verdiğim yeni düzen Türkiye’de aynen yaşandı. Türkiye, cumhuriyet döneminin kurucu ide­olojisini 19. yüzyıl pozitivizmi üs­tünden geliştirmişti. Laiklik, yeni sis­temin belkemiğiydi. Ne var ki bu, kapsayıcı ve pozitif anlayışa sahip bir laiklik değildi. Tersine, İslam ye sembolleri, devlet ideolojisinin ku­rucu dışarısını meydana getiriyordu. Devletçi söylem kendini İslam, Kürt ve sol karşıtı bir muhakemeyle oluş­turmuştu. Bu meyanda da son derece katı, sert ve antidemokratik bir içe­riğe sahipti. 1980 askeri darbesi bu muhakemeyi bütün sekterist anlayı­şıyla daha da daraltmıştı.

19801i yıllarda Batı’da görülen ne­oliberal ve Yeni Sağ anlayış aynen

Türkiye’de de icra ediliyor ve siya­sal plana yerleştiriliyordu. Gene sivil toplum kavramı bu dönemde, içeri­ği fazla bilinmeksizin, siyasal söyle­min en önemli kavramı haline gel­mişti. 1990’larda devletçi elitin laisist ve anti-Kürt söylemine ve onların so­nucunda ortaya çıkan çok sert çatış­ma ortamına karşılık her iki kana­dın zorlayıcı etkisi ciddi ve radikal bir dönüşümün gerçekleşmesine yol açtı. Türbanla simgelenen İslam içe­rikli tutumun temel amacı, dinin salt sivil ve bireysel alana tekelleşmek zo­runda olmamasıydı. Tersine, ana ara­yış, İslam’ın, dolayısıyla dinin, çoğul­cu bir anlayışla toplumsal alanda da (public space) görünür hale gelmesiy­di. Kıta Avrupası’nın radikal laisiz­minin değil, Amerikan laisizminin li­beral tutumunun örnek alındığı, bu arayışta açıktı.

İslam’ın Türkiye’de, özellikle bu niteliğiyle, demokrasi ve çoğulcu­luk talepleriyle devletin hâkim yapı­sını dönüştürmede, Kürt talepleriyle birlikte, önemli bir işlev üstlendiğini söylemek gerekir. Sadece Türkiye’de değil, Batı’da da İslam’ın demokra­tik ve daha kapsayıcı bir toplum­sal modele dönük katkısı bugün ta­mamlanmış değil. Bununla birlikte Batı’yı modernleşmenin yeni bir ev­resine taşıdığı ve Türkiye’nin de bu bağlamda itici bir gücü olduğu öne sürülebilir. Özellikle İslam’ın, Tür­kiye deneyiminde, 2002 sonrasın­da siyasal çevreden gelen kitlele­ri kapsaması, onları siyasal merkezle bütünleştirdiği açıktır. Bu manada İslam marjinalleştirici değil, mer­kezileştirici, modernleştirici bir rol oynamaktadır Türkiye’de. Bu son de­recede ilginç bir yeniliktir. Cumhu­riyetin modernleşme iddiasıyla daha hegemonik bir anlayış içinde müda­hale ettiği kitleler bugün daha yumu­şak bir tutumla merkezin temel de­ğerlerine taşınmaktadır. Bu, ikili bir yapı kurmaktadır. Kitleler cumhuri­yeti dönüştürürken, cumhuriyetçi- modernleştirici metafizik de temel değerleri itibariyle kitlelere yeni bir bilinç sağlamaktadır. Bunun, zama­nında solun temel ama başarılmamış, amacı olup olmadığı ciddi bir soru olarak ortadadır. Fakat İslam’ın, tıp­kı Batı’da olduğu gibi, hem sökücü hem de kurucu bir unsur olarak sis­temi yukarıdan değil aşağıdan, dışa­rıdan değil içeriden dönüştürücü bir rol üstlendiği açıktır.

Bu yapı tam manasıyla bir muha­fazakârlığa tekabül eder mi? Bu başlı başına bir tartışmadır. Fakat Türkiye’deki muhafazakârlığın Ba­tı’daki ideolojik bir sistem olan muhafazakârlıkla ilişkisinin olmadı­ğım hemen belirtmek gerekir. Batı muhafazakârlığı, aristokrasinin te­mel değerlerine referansla oluşmuş­tur, her ne kadar bugün, o sını­fı yeniden toplumun hâkim unsuru haline getirmek gibi bir amacı olma­sa da. Türkiye’de ise muhafazakârlık sadece dinle irtibatlı bir kavramdır. Bireyin ve kitlenin dinle olan ilişki­sini sürdürmesi’ her iki düzeyde de muhafazakârlıkla irtibatlı olmaktır.

Kaldı ki, sınıfsal olarak yerleşme­miş bir ideoloji olmasının yanı sıra Türkiye’de, toplumsal hareketlilik ba­kımından da bir muhafazakârlıktan söz etmek olanaksızdır. Türkiye, göçe bağlı olarak hem yukarı doğru hare­ketli, çok hareketli hem de yerleşik değerlerini hızla yitirip yenileme es­nekliğine sahip bir toplumdur. Böyle bir toplumun muhafazakâr olarak ni­telendirilmesi sosyolojik olarak’ nere­deyse olanaksızdır. Bununla birlikte, Türkiye’de İslam hâkim kültürdür ve kurucu kültürel bilinçtir. Bugün ise gündelik hayatın gitgide daha faz­la Müslümanlaştığı bir gerçektir. Bu çerçevenin bugüne kadar olmayan bir muhafazakârlığı bundan sonra kurup kurmayacağı başlı başına bir sorudur. Fakat her şeye rağmen Tür­kiye deneyiminin, ister soyut olarak din ile, isterse somut olarak İslam ile modernleşme arasında bir Çin şeddi olmadığım kanıtladığı açıktır.

 

(Kaynak:  Notos Dergisi Sayı 40)